Şehirler ve Yitirdiklerimiz

Şehirlerimizin hem fiziksel hem de toplumsal anlamda dönüştüğü yerin neredeyse hiç konuşulmadığı bir yerel seçim süreci geçiriyoruz yine.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Roma’ya ilişkin yazdığı “Şehrin yüzlerce yıllık ihtişamlı binaları, meydanları, sokakları öyle korunmuş ki ne bir gökdelen ne de bir AVM var.” tweetinin de konunun gündeme gelmesine katkısı olamadı. Daha da vahimi kentlerimizi yönetmeye talip olan belediye başkanlarının çoğu; hem geçmiş icraatlarında hem de gelecekle ilgili projelerinde en başta yeni AVM’leri sayıyor. Sadece İstanbul’da değil Anadolu’nun tüm kentlerinde AVM’lerle şekillenen bir hayat tarzının çoktan yerleştiğini görüyoruz. Ekonomik canlanmaya katkısı olduğu belirtilen AVM’lerin çalışanları için asgari ücretle ‘gün boyunca oturması yasak’ bir kölelik zinciri oluşturduğunu ve belirli bir ekonomik varlığı olanların alışveriş edebildiğini düşünürsek, daha çok ‘vaktin tüketildiği yer’lere dönüştüğünü söyleyebiliriz. Ki AVM’ler buzdağının görünen tarafı, şantiye hevesi tüm şehirlerimizi esir almış durumda. Ama tabii bizim bunları konuşmaktan çok daha önemli gündemlerimiz var her zaman!

Lütfi Bergen “Kenti Öldüren Şehir” kitabında kentleşmeyle kaybedilen maddî ve manevî hasletlerimizi hatırlatırken, bugünün dünyasında insan yapısına uygun şehirlerin nasıl olması gerektiğinin de ipuçlarını anlatıyor. Bergen, hızlı kentleşme sürecinin önce geleneksel mekânları yitirmeye sebep olduğunu, bunun da ‘şehri’ yitirmeyle sonuçlandığına işaret ederek; büyümek ve kalkınmak sözcüklerinin şekillendirdiği yeni anlayışta; yeni üst sınıflar inşa edildiğini ancak toplum sınıfları arasında uçurumların giderek keskinleştiğini vurguluyor.

Bergen’in kitabında anlattığı durumun şehirlere yansımasını geçtiğimiz yıl düzenlenen “kente karşı işlenen suçlar” fotoğraf yarışmasında ödül alan fotoğraflara bakınca görmek mümkün. Bu fotoğraflar yukarıda belirttiğim gibi yaşanan kaybın sadece İstanbul’la sınırlı olmadığını, diğer şehirlerimizin de bundan nasibini aldığını gözler önüne seriyor.

Mimar Mezarlığı/yitik bellek

Kent antropolojisi çalışmalarıyla tanınan yazar Tayfun Serttaş’ın bu hafta açılan Mimarlık Mezarlığı isimli sergisi de; son yüzyıllık süreçte kaybedilenleri mimarların kimliği üzerinden farklı bir perspektifle ele alıyor. Serttaş, Studio-X’te açılan ve 28 Mart’a kadar sürecek sergide, mimar yazıtları üzerinden bir meslekî zümrenin bireyselleşme deneyimini günümüz tartışmalarına bağlıyor. Çünkü aslında üzerinde konuştuğumuz bu konular sadece mimarî bir tartışma değil. Bugünkü çözümsüzlüklerimizin ve arafta kalışlarımızın en önemli sebeplerinden biri bu coğrafyanın insanlarının kültürel kimliklerinin ve sağlam zeminlerinin ayaklarının altından kaydırılması kuşkusuz. Siyasî, toplumsal, kültürel ve manevî olarak yaşadığımız bütün toplumsal tartışmaların zemininde; Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren üstten kurgulanan ve artık günümüzde farklı çevrelerce içselleştirildiğine de şahitlik ettiğimiz bu ‘köksüzlük’ hali var.

Serttaş’ın sergide yer verdiği 60 mimar yazıtı değişen meslek algısını da ortaya koyuyor. Dimitrios Georgiades, A.N.Perpignani, Langas, Kosmas Karayannis, Alexandre D.Yenidunia, Antuan Ratinski, Avedis Pekmezian, Harutyun ve Anna Çamçıyan, Hrant Apraham gibi mimarların yaptıkları binalara yazıtlarını koymasını şöyle yorumluyor Serttaş; “Bir sanat yapıtını imzalar gibi, üretimleriyle kişilikleri arasında bağ kuruyor ve bireysel tasarım iddialarını kamusallaştırıyorlardı. Günümüz mimarları yaptıkları binalardan kaçıyorlar. Bugünkü mimarî, ‘binayı yap ve oradan toz ol’ diyor. Burada ciddi bir sorumluluk almak da var ve tüm o sorumluluğu iki yüz yıl sonra sana bırakıyor çünkü ‘ben yaptım’ diyor.”

Serttaş, cumhuriyet ideolojisi tarafından kurgulanan ‘Türkleştirme’ politikasının özellikle mimaride daha da sert bir şekilde ele alındığını belirterek, “Osmanlı Batılılaşması süresince ‘ötekilere’ kaptırılan bu alanı ele geçirme kaygısı vatanın kurtuluşu kadar elzem. Dolayısıyla mimarlık, meslekî bir etkinlikte bulunmaktan çok daha fazlası. O, kültür ve ekonominin yeniden fethinin bileşeni; ideolojik arınmanın yegane temsilcisi… İttihat ve Terakki ile başlayan ekonomiyi Türkleştirme politikaları, erken Cumhuriyet’ten itibaren mimariyi fethedilmesi gereken bir alan olarak revize ediyor. Mimar kavramının ulus kimliği üzerinden inşa edilmesi, yüzyılları bulan sivil mimarî birikimin ve aktörlerinin toplumsal hafızadan tamamen silinmesiyle sonuçlandı.” diye anlatıyor.

Serttaş; Agos Gazetesi’ne verdiği röportajda bugün yaşadıklarımızın 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşananların farklı bir tezahürü olduğuna şöyle işaret ediyor: “İmparatorluk batarken, İstanbul gerçek bir zenginlik adasına dönüşüyordu. Siyasal iktidar ise ‘milli’ söylemi sertleştirerek gücünü korumaya çalışıyordu. Sonuç malum. Bugün de kentte bir para var, uzun süredir olmadığı kadar ciddi bir zenginlikten bahsediliyor. Ardı ardına gelen mimarî yatırımlar, hatta müteahhitlikle gözü boyanmış bir toplum var. Sıklıkla sertleşen, kutuplaşmakta beis görmeyen bir siyasî söylem var. Üstelik bugünkü sistemin de birey ile olan ilişkisinde ciddi sorunlar var. Aktörler farklı olsa da, önceki yarım asrın tuhaf bir tekerrürü gibi.”

Site Footer