“Bu yokuşu çok mu aradınız?
Ev sahibi olma sevincimiz, eve gelenlerin daha selam vermeden sitemkar, hatta hafif azarlayarak sarfettiği bu cümleyle kısa sürede uçup gitti. Yokuş da yokuş hani… Çok uzun değil ama insanı hele de idmanlı olmayanını şöyle adam akıllı sarsacak cinsten. İlk yılları ‘çocuklar büyümeden taşınırız nasıl olsa’ düşüncesiyle geçirdik. Zihninizde böyle bir plan olunca eve tam anlamıyla yerleşemiyorsunuz. Uzunca bir süre ‘misafir’ duygusuyla dolandık evde en çok da yokuşta. Mümkün olduğu kadar arabayla çıktık, yürüdüğümüzde etrafı görmeden, ‘bitse de gitsek’ duygusuyla… Bu duyguyla çıkınca yokuş daha bir dik daha bir yorucu gelmeye başladı gittikçe.
Eve gelenlerin sitemkâr azarları ve bizdeki bu hissiyat; çocukların dünyasında ise daha ağır şekillendi. Daha sokağın başına geldiğimiz anda bir mızmızlık, yorgunluk sızlanması, arabayla çıktığımız zamanlarda ise telaş, korku… Durup durup ‘taşınalım’ diye ağlamalar… Yaz günlerinde hava kararana kadar oynadıkları günlerde dahi şikayetlenmeleri, sitemleri bitmedi. Düz sokaklarda oturanları ahbaplarımızı, hele de site içinde oturanları ziyaret edip döndüğümüzde bu sızlanmalar daha da arttı. “Alıştınız bak ne güzel oynuyorsunuz” diyecek olduğumda lafımı ‘alışmadık anne alışmadık’ diye ağzıma tıkadılar.
Onların her sızlanması bendeki mahcubiyet duygusunu arttırdı. Yokluğu, evinden edileni, derme çatma barakalarda, çadırlarda yaşayan onca insanı görmüş olduğum halde ben kabullenmemişken yokuşu; söyleyeceğim sözün tesiri olmayacağını hissetmektendi bu mahcubiyet… Yapmadığım, yapamadığım bir duyguyu onların yaşamasını beklemek nafile bir çabaydı.
Geçtiğimiz yıllarda bir haziran akşamı ıhlamur kokusuyla girdiğim anda yokuş benim için başka bir yokuş oldu. Sadece ıhlamur değil onun hemen karşısında kadim bir çınar ağacı. Tek katlı bir evin balkonuna çardak olan asma… Biraz ileride fil bahriler, yukarıda ceviz, kiraz ağacı. Güzel koktuğu uzaktan da anlaşılan bir kadife gülü. Bergüzar Abla’nın bahçesindeki nar ağacı… (Her sonbaharda narları toplarken ‘göz hakkı’ diye bütün sokağa üçer tane göndermeyi hiç ihmal etmez Bergüzar Abla) Eski günlerdeki güzelliğini halen koruyan ahşap evin bahçesindeki leylaklar…
Yokuşu bana sevdiren ağaçları, çiçekleri oldu. Çocuklar da yokuşu yine ağaçlarla sevdi. Onları servise götürürken; ‘çınar ağacımız’ hakkında konuşmaya başladık. Baharda yapraklanmaya başlayışını, sonbaharda sarı yapraklarının dökülüşünü, kardaki hallerini yapraklarının hangi ağacın yapraklarına çok benzediğini… Ağaç deyip geçilemeyeceğini her birinin ayrı ayrı adları olduğunu, yapraklarının, çiçeklerinin, meyvelerinin, dallarının farklılığını konuştuk hep sokakta önlerinde durarak bazen dokunarak…
Nar ağacının çiçeklenmesinden tabak içinde üç tanesinin bize gönderildiği güne kadar farklı farklı hallerini göstermeye çalıştım hep onlara. Öyle bir sahiplendiler ki nar ağacını; olgunlaşmaya başladıklarında çocukların sopalarla düşürmeye çalıştığını görünce ‘Onlar Bergüzar Teyze’nin narları’ diye diklenmeye başladılar.
En çok da yaz günlerinde akşam sefası tohumu biriktirmeyi sevdiler. Çamaşırlarını her makineye attığımda avuç avuç tohumlar çıkardım ceplerinden. Tohumları sokaktaki ve gittiğimiz parklardaki toprağa ekmeyi ekledik sonra toplama oyununa. O tohumlardan biri birkaç sokak ötedeki teyzemizin saksısında akşam sefası olup açınca sevinçlerini görmek bambaşka bir duyguydu.
Büyükler alışınca en küçük kardeşe yokuşu sevdirmek de onlara düştü.
Bir akşam vakti çocuklarla eve dönüyorduk. Yokuşun başında küçük kızım ‘anne yokuşta yürüyemem beni kucağına al çok yoruldum’ diye sızlandı. Elim kolum doluydu pazardan dönüyorduk çünkü. Kucağıma alamayacağımı söyleyince, ağlamaya başladı. Ondan sonrası hayatın güzel bir sahnesiydi adeta:
“Hatice bak çınar yaprakları ne kadar çok dökülmüş?”
“Evet bak ıhlamurda neredeyse yaprak kalmamış” diye destekledi Hüseyin’i büyük kızım.
Ağlaması bıçak gibi kesilen Hatice de girdi sohbete…
‘Anne bu benim içtiğim ıhlamur mu?’
Ben daha ağzımı açamadan ablası cevapladı:
“Yok onları babam Mehdi amcamların bahçesinden topladı, annem kuruttu.”
Biraz daha yürüdük, yokuşun tam dikleşmeye başladığı yer. Hatice yine başlar sızlanmaya diye düşünürken:
“Şurada dinlenelim, bak Hatice burası mola yeri unutma” dedi Ayşe. Yokuştaki küçük oyunlarımızdan biriydi pembe evin kapısında soluklanma. Yola tekrar koyulduğumuzda yerdeki yaprakların hangi ağaca ait olduğuyla ilgili bir oyun oynamaya başladılar. Yokuşun en dik yerini de bu oyunla geçmiş olduk. Eve yaklaştığımızda Hatice yokuşu yürüyerek çıkmasının zaferini ilan ederken günün sözü Ayşe’den geldi:
“Anne öğretmenimiz İstanbul’da yetişen ağaçların yapraklarından koleksiyon yapın dese hiçbir yere gitmemize gerek yok ne güzel bir sokakta yaşıyoruz değil mi?