“Bıktırıcı Bir Dejavu: Afete Hızlı Müdahale Avunusu” başlığıyla afet politikalarındaki bakışı değerlendirmeye çalışmıştım bir önceki yazıda… Bayramda Esenyurt’ta yaşanan sel felaketi etrafında dönen ve halen süren tartışma ise biraz daha farklı. İstanbul ve Ankara gibi ‘kaybedilmiş’ şehirlerde yaşanan afetler diğer illerdekiler gibi geçiştirilmiyor. Önlemlerin niye alınmadığı ve ihmaller, afet bu illerde olunca gündemleştiriliyor. Hatta şehir dışındakiler için sanki şehrin tamamı sele teslim olmuş gibi bir imaj çizilebiliyor. Ankara’yı kesintisiz çeyrek asır yöneten belediye başkanının afetin hesabını yeni yönetime kolaylıkla kesebildiği ve bundan dolayı destek görebildiği bir düzlemdeyiz. İdeolojik kamplaşmanın bu kadar yoğun yaşandığı bir ülkede bu durum çok da şaşırtıcı değil. İstanbul’da yönetim değiştikten 50 gün sonra yaşanan selde yazılanları, takınılan tutumu hatırlayanlar olacaktır. Altyapısı düzenlenmemiş, plansız büyütülmüş, tüm vaatlere rağmen dere yataklarında yapılaşmanın, betonlaşmanın arttığı kentin tüm sorumluluğu yeni yönetime yüklenmişti. 2017-2018’de yaşanan seller, metrobüs, yaya geçitlerindeki su baskınları, kıyıları denizle buluşan taşkınlar sanki aynı şehirde yaşanmamıştı. Yaşandığında da iktidara yakın gazetelerde ‘etkin müdahale’ dışında gündem olamamıştı zaten.
Şehri Plansız Büyüten Projeler…
2009 yılında 31 kişinin ölümüyle sonuçlanan selde sorumlu CHP; tedbirsiz davranan, dere yataklarına yerleşen İstanbullular olmuştu. İşin ilginci sel bölgesindeki plan değişikliğinin 1997 yılında yapılmış olmasıydı. Mimarlar Odası bu plan değişikliğini mahkemeye taşımış ve kazanmıştı ama yine de değişiklik yapıldı. Bu çevrede kaçak yapılaşmayı da artırdı. Dönemin belediye başkanının “ekolojik felaket” olarak tanımladığı afetle ilgili suçlamaların ve gündem değiştirme çabalarının satır aralarında ağır bilançonun şehircilik politikalarıyla olan ilgisi kerhen kabul ediliyor ve bundan sonrası için ‘can sıkıcı’ tedbirlerin merkezi-yerel yönetim işbirliğiyle alınacağı kaydediliyordu.
Ama tabii bunun böyle olmadığını, iklim krizi derinleşip ani ve yoğun yaz yağışları artarken acı tecrübelerle deneyimledik. İşin bu yönü, yani alınması gereken önlemler, oluşturulması gereken altyapı yukarıda da belirttiğim gibi hiç sorgulanmadı. Konunun uzmanların ve bazı muhalif kesimlerin tepkileri dışında…
Önlemler alınmadığı gibi şehrin plansız büyümesini sağlayan büyük projeler sürdürüldü, yapılaşma, betonlaşma ve tahribat arttıkça gündelik hayat da zorlaştı. Tüm bu yılların hesabı, yönetim değişikliğinden beri Ekrem İmamoğlu’nun bizzat şahsına yöneltiliyor. Sadece afetlerde değil, ulaşımdan gündelik hayattaki uygulamalara kadar İstanbul’un yönetilemediği imajı oluşturulmaya çalışılıyor. Bunun asıl sebebinin seçim kaybetme travması olduğu belirtiliyor. Ama şehirde en küçükten en büyüğe yaşanan sorunun, en tepedeki yöneticiye mal edildiği başka örnek yok. Bunun dışındakilerde yöneticiler için yaşanan olumsuzluklarla ilgili beklenen tek sorumluluk ‘olay yerine gelmesi’… Ekonomik krizin sorumluluğunun bile iktidar yöneticileri tarafından alınmadığını ve çözmek için yaptıklarının lütuf gibi sunulduğunu görüyoruz. Zaten bu iktidara en büyük konfor alanını; memlekette yaşanan tüm iyi gelişmeleri kendinden bilme, kötü gidişatta ise hiç sorumluluk almayıp iç ve dış mihrakları işaret etme taktiğinin geniş kesimlerce içselleştiriliyor olması sağlıyor.
‘Politik Terör’ Yer Değiştirdi
İşin trajik tarafı ise, kendi belediye başkanlığı döneminde merkezi yönetimin ‘politik terörüne’ maruz kaldığını savunan Erdoğan’ın bugün aynı tutumla hareket ediyor oluşu. “Bazı ulaşım projelerimiz, merkezi yönetimin kararsızlığı sebebiyle, uygulamaya koyulamadı. Oysa bunun projesi hazır, kredisi hazır. Bugün başlansa, 2-3 yılda hizmete hazır hale gelebilir. Ama merkezi yönetim, bizim gösterdiğimiz kararlılığı gösteremiyor. Cumhurbaşkanı’na da bu konuyu açtığımızda hepsi kaçıyor.” Bu cümlelerin benzerlerini bugün İmamoğlu kurmak zorunda kalıyor. Muhatabı ise cümlenin sahibi olan Erdoğan. Vaktiyle “Politik mülahazalarla İstanbul’un geleceğini karartacak politikalardan bir an önce vazgeçilmelidir” diyen Erdoğan, Saraçhane’de yapılan 15 Temmuz mitinginde 2023 seçimlerini İstanbul üzerinden gündemleştirmekten, sel felaketlerinden dolayı İstanbul ve Ankara belediyelerine yüklenmekten imtina etmiyor.
Bütünlüklü Politikalar ve Kurumsallık
Sadece sel ya da beklenen İstanbul depremi gibi afetler değil İstanbul’un bugün içinde bulunduğu tüm şartlar, günübirlik değil bütünlüklü politikalar ve kurumsallıkla hareket edilmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Geçtiğimiz günlerde üç yıllık çalışmanın ardından lansmanı yapılan İstanbul Planlama Ajansı (İPA) bu bakış açısıyla yola çıkmış bir kurum. İPA’nın hazırladığı 2050 vizyonu, herkes için adil ve yaşanılır bir şehir vaadinde bulunuyor. İBB Başkanı İmamoğlu’nun bayram dönüşü Esenyurt’taki selle ilgili yaptığı ‘kurumsallık’ vurgusunu, bu vizyon ve paradigma değişimi üzerinden değerlendirmek gerekiyor.
İPA ofislerinin bulunduğu yerleşkenin bugünkü hali vaadin gerçekleşebileceğiyle ilgili iyi bir örnek teşkil ediyor. Yeri gelmişken İPA’nın Bir Havuz Problemi belgeselinde çarpıcı bir şekilde anlatıldığı üzere, Atatürk Ormanı’ndan ayrılan bu 80 dönümlük alan, meyve bahçeleri, havuz başı villaları, spor tesisleriyle gizli bir yeryüzü cenneti olmuş uzun yıllar seçilmiş bir grup için. Bu cenneti kullanabilme şansı olan belediye başkanı ve ailelerinin neye göre seçildiğini bilemiyorum. Ama parktan kamusal imkânlarla kişisel kullanım için oluşturulan bu vaha, İstanbul’un ve ülkedeki sorunların kaynağına işaret eden önemli bir gösterge…