İstanbul Sözleşmesi’nden Başörtü Yasağına Hakikati Eksiltmek ve Pragmatizm

Yakıcılığının boyutu giderek artan bir konu kadına şiddet… Her gün yeni bir cinayet veya taciz vakasıyla karşılaşıyoruz. Dönemin kariyer basamaklarını hızlı çıkan sosyologları, kadına şiddetin sadece seküler çevrelerde yaşandığını, muhafazakar çevrelerde şiddet uygulayan erkeklerin dışlandığını dile getirse de gündelik hayat böyle olmadığını, şiddetin tüm kesimlerde içselleştirildiğini her gün yeni bir olayla önümüze koyuyor. Bir de medyaya, adli makamlara hiç yansımayan boyutu var şiddetin, çoğu zaman kadınların en yakınlarındakine bile dillendirmekten çekindiği…

Geçtiğimiz ay  twitter üzerinden yapılan ‘erkekler yerini bilsin’ ters yüz etmelerinde, ataerkil sistemin yüzyıllardır içselleştirdiği ve dayattığı pratiklerin tüm mahallere, yaşam biçimlerine yansıdığını ve gündelik hayatın her alanına sızdığını bir kez daha hatırlamış olduk.

Kadın cinayetlerinde, tecavüz olaylarında takınılan tutumlar da bu içselleştirmeyi gayet veciz bir şekilde ortaya koyuyor. Eğer cinayet çok vahşi bir şekilde işlenmemişse, kadınlar tanımadıkları birileri tarafından öldürülmemişlerse çoğu zaman gündem bile olamıyor. Öldüren, şiddet uygulayan erkeğin kim olduğu, ne yaptığına değil öldürülen kadının kim olduğu, ne giydiği, ne yaptığı, nasıl yaşadığına odaklanan bir toplumsal bakış açısı var.

Durum böyleyken, muhafazakar çevreler bir süredir Türkiye’nin tek sorunu İstanbul Sözleşmesi imiş gibi kampanyalar yürütüyor. Bu kampanyaların odağında iki temel argüman var; aileler dağılıyor, nesillere eşcinsellik yayılıyor ve tek günah keçisi de İstanbul Sözleşmesi. Sözleşme ‘kadının beyanını esas alarak’, ‘erkeği evden uzaklaştırarak’, ‘cinsel yönelim’ ibaresini geçirerek yapıyor tüm bunları. Hakikati eksiltmenin tipik bir örneği olarak, şiddet gören kadının beyanının esas alındığı, şiddet gösteren erkeğin evden uzaklaştırıldığı ve cinsel yönelim ibaresiyle bu konuda ayrımcılığa uğrayanların koruma altına alınmasının kastedildiği gerçeği karartılıyor.

İstanbul Sözleşmesi’nin Devlete Yükümlülükleri

Ev içi şiddet (fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik), taciz amaçlı takip, cinsel şiddet, taciz, zorla evlendirme, sünnet edilme, kürtaja veya kısırlaştırmaya zorlama gibi suçları kapsayan İstanbul Sözleşmesi sadece taraf devletlerin vatandaşı olan kadınlar için değil göçmen kadınlar için de koruma sağlıyor.

Etrafında bolca Lut kavmi göndermeleri yapılan ‘cinsel yönelim’ tanımlamasının geçtiği bölüm, tüm şiddet mağdurlarına eşit koruma sağlanmasının gerekliliğiyle ilgili.

Sözleşme devletlerin kadına şiddetin önlenmesi için, mağdurların ihtiyaçlarına ve güven içinde olmalarına önem verilmesinin sağlanması, mağdurlara ve çocuklarına psikolojik ve hukuki danışmanlığın yanı sıra tıbbi yardım da sağlayan özelleşmiş destek hizmetlerinin düzenlenmesi, yeterli sayıda sığınma evinin tahsis edilmesi ve günün her saati kullanılabilecek ücretsiz telefon yardım hatları sağlanması gibi zorunluluklar yüklüyor.

Görüldüğü gibi bunların büyük çoğunluğu şiddet gören kadınların korunmasına dair yükümlülükler. Yine devletin şiddet uygulayan failleri yargılarken, kadına yönelik şiddet konusunda gerekli cezaların verilmesini sağlaması, gelenek, töre, din ya da namus gibi gerekçelerin şiddet eylemlerinin bahanesi olarak gösterilmemesi, kadınların yargılama sürecinde korunmasını, ve kolluk kuvvetlerinin yardım isteyen kadınlara hızlı bir şekilde koruma sağlaması gerektiğine işaret ediliyor.

Hukuki ve idari bağlayıcılığı, içeriği, işaret ettiği alanlar bu kadar açık bir şekilde ortadayken, evliliklerin azalması, boşanmaların artması hatta kadın cinayetlerinin ana sebebi olarak gösterilen sözleşmeye bunca karşı çıkmalarının asıl sebebi, aile içi şiddeti devletin müdahale etmesi ve kadını koruması gereken bir alan olarak tanımlaması ve bunu zorunlu kılmasıdır.

Bu çevrelerin de hızlı sosyologlarla buluşma noktası; ailenin, özellikle de muhafazakar ailelerin, ‘huzur’un adresi olması. Orada hiç şiddet yaşanmadığı ve o yüzden devletin bu konuda kadını korumasının gerekmediği düşüncesi. Oysa bunun böyle olmadığı, kırılan kollar istediği kadar yen içinde bırakılsa da biliniyor.

Evden uzaklaştırma kararı verilen erkeğin sinirlenerek kadınları öldürdüğünü, kadınların da en küçük bir sert bakışta bile hemen polise, mahkemeye koştuğunu dillendiriyorlar. Trajikomik bir durum. Koruma altındaki kadınların bile tam korunmadığı, şiddet gören kadının ‘polisler tarafından evine dönmesi için ikna edildiği, hakimlerin ‘babacan’ tavırlara, ‘takım elbiseli’ görüntülere iyi hal, tahrik indirimleri verdiği, şiddet uygulayan ünlülerin ‘asıl ben şiddet gördüm’ beyanlarının kabul gördüğü bir ülkede aylardır bu trajikomikliği savunuyorlar.

Bir de ‘bak anlaşma var ama kadınlar halen öldürülüyor, demek ki anlaşma korumuyor’  diyorlar ki tam evlere şenlik. Anlaşmanın özellikle de şiddet gören kadınların korunması mevzusunun tam anlamıyla yerine getirilmediğini bildikleri halde bunu gündem etmekten hiç imtina etmiyorlar.

İlk U Dönüşü Değil

‘Sözleşme iptal edilsin, aileler kurtulur’ nümayişçilerinin diğer bir argümanı ise dini kuralların alt üst edilmesi… Erken evlilik tartışmalarında da yaslandıkları bu argüman dini kodları teslim alan gelenek ve ataerkil yapının tam kendisi. Kadının eksik, dininin eksik olduğu üzerinden şekillenen bir bakış açısı bu.

Hidayet Tuksal’ın çok veciz bir şekilde dile getirdiği gibi konu ekonomi, piyasa, ticaret olunca, siyaset olunca dini hükümleri şerh etmekten imtina etmeyen kesimler; kadınlarla ilgili konuların tartışılmaz ve kesin emir oluşunda buluşuyorlar.

Yıllarca ‘kadınlar çalışıyor, aileler dağılıyor’ türkülerini dillendirdiler ama tabi bu İstanbul Sözleşmesi, LGBT tartışmaları kadar kabul gören bir kullanışlı argüman değildi. O yüzden destekçileri gün geçtikçe arttı. Kadına şiddet, kadınların desteklenmesi ve daha bir çok alanda savunuculuk yapmak için kurulan dernekler bile sosyal medya üzerinden gelişen bu tepkiselliğe karşı bayrak indirmiş oldular.

Siyasi pragmatizmiyle (tevil bilen entelektüelizme göre ‘tabanın sesini önemseyen’ parti) meşhur Ak Parti iktidarının da bu yörüngeye girmiş olduğunu Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş’un ‘Nasıl usulünü yerine getirerek bu sözleşme imzalanmışsa, aynı şekilde usulü yerine getirilerek bu sözleşmeden çıkılır’ açıklamasından ve Başkan Erdoğan’ın talimat verdiğiyle ilgili kulis haberlerinden öğrenmiş olduk.

Hükümetin bizzat kendi imzaladığı anlaşmadan çekilmeye hazırlanması ‘şaşırtıcı’ olarak yorumlanıyor. Oysa Ak Parti’nin kendi getirdiği hatta büyük büyük tanıtımlar, argümanlarla desteklediği projelerden ilk u dönüşü değil bu. 

Vesayetin bitmesi, çoğulculuk, yerel yönetimlerin alanının genişlemesi, emek hakkı, özgür medya ve daha nice konuda ‘adalet’ iddiasında olan bir partinin geldiğimiz noktada, ‘etik düzenleme’ başlığıyla sosyal medya kapatmalarını savunduğu, keyfiyeti müesseseleştirdiği, kişiye özel adaletin sağlanmasından hiç imtina etmediğini defalarca deneyimledik.

Hakikati ve Hafızayı Eksiltmek

Tam uygulanmasa da şiddet gören kadınlar için ‘koruma kalkanı’ işlevi gören sözleşmenin iptal edilebileceği ile ilgili sinyaller, ‘Ak Parti’den önce kadın yoktu’ tartışmalarıyla aynı günlere denk geldi.  AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in sözleriyle başlayan tartışma, post modern dönemlerde hafızanın konjonktürel olarak toplumsallaştırılması örnekliği açısından ve başörtülü kadınlara karşı fobinin hiç değişmediğini göstermesi bakımından önemliydi.

Sosyal medyada ‘on yıl önce başörtüsü yasağı sebebiyle giremediği sınavda başörtülü olarak gözetmenlik’ yapan kadının paylaşımı da bu fobiyi görünür kılan başka bir konu oldu. Gelen tepkiler, başörtülü kadınlara karşı zihinlerdeki öfkenin sürdüğünü, daha doğrusu siyasi bir partiye yönelen tepkiselliği başörtülü kadınların üzerinden görme kolaycılığının hiç de öyle geçmiş bir heves olmadığını göstermiş oldu. Ama aynı zamanda hakikatin nasıl eksiltildiğini, toplumsal hafızanın nasıl ters yüz edildiğini de ortaya çıkardı.

Yasağın kaldırılmasının Ak Parti’nin lütfu gibi gösterilmesi, hakikatin eksiltilmesinden ve başörtülü kadınları bitmeyen bir diyetin tarafı kılarak rıza oluşturma çabasından başka bir şey değil.

Her konuda olduğu gibi keyfiyet hukukuyla çözülen bu mesele, Ak Parti’nin zaferi değil başörtülü kadınların bitmeyen mücadelesinin sonucu. Görülmesi ve unutulmaması gereken konu bu. Daha 2011 yılında ‘Başörtülü Aday Yoksa Oy Yok’ kampanyamızın bizzat Erdoğan tarafından ‘yakışıksız’ olarak adlandırıldığı, kampanya sebebiyle linçler yediğimiz, tehditler aldığımız, ‘beyaz casus’ olarak adlandırıldığımız unutulmuş.

Ak Parti iktidarı boyunca yaptığımız açıklamaların, imza kampanyalarının muhafazakar basında doğru dürüst yer almadığı, gittiğimiz her kapıda ‘şimdi sırası değil’ sözleriyle karşılandığımız da hiç hatırlanmıyor, keza yıllar süren protestoların iktidarı zora sokmamak için bıçak gibi kesildiği de.

Velhasıl Ak Parti ve destekçileri için bakılan yer sık sık değiştiğinden dolayı görülen de değişebilir. Bugün İstanbul Sözleşmesi etrafında koparılan ‘aile elden gidiyor’ yaygaralarına ‘dini itirazları dikkate almak’ teviliyle nasıl destek veriliyorsa; yarın başörtüsü yasağı gündeme gelirse yine altlık oluşturanlar çıkacaktır. Bu yorumu iddialı bulanlar için Şehir Üniversitesi’nin serancamı gayet taze bir örnek olarak önümüzde. Demokratikleşme adımlarından dış siyasete kadar hızına yetişilmez nice u dönüşü arşivlerde duruyor.

Bunları görmek ve sosyolojiye olan etkilerini gerçek anlamda tartışmak yerine; nesillerin değişimi, dönüşümü başta olmak üzere yaşanan savrulmaları Kore dizileri, Netflix, İstanbul Sözleşmesi ve daha bir çok günah keçisine indirgemek kullanışlı ve konforlu bir seçenek. Siyasi pragmatizme kurban edilen etik ve ilkeleri hakikat eksilterek örtmek de.

Site Footer