Ağrı’nın Öte Yakasından Notlar

Uçsuz bucaksız bir ovada mısır ve domates tarlaları… Onların karşısında üzüm bağları, meyve bahçeleri… Bahçe ve tarlaları bölen yolun kenarındaki sergide; yaz armutu, şemame (bir kavun türü) ve domates satan yaşlı bir köylü. Ufukta tüm heybetiyle Ararat. Yamacında Khor Virap Manastırı’nın silueti. Yıllar önce, sekiz kilometre ileride Ağrı’nın öbür yanında başka bir köylüyü buna benzer bir serginin başında görmüştüm; bu hatırlama ve manzaranın düşündürdüğü Hrant Dink’in “iki yakın halk, iki uzak komşu” tanımlaması oluyor. Aslında Ermenistan’da geçirdiğim bir hafta boyunca hep bu tanımlama dolanıyor dilimde. Tatlar, mekânlar, sözler; her şey bir o kadar yakın bir o kadar da uzak olduğu için.

Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin iki ülkeden öğretmenler ve öğretmen adaylarına yönelik düzenlediği Yavaş-Gamats Yaz Okulu kapsamında Ağustos’un ikinci haftasını Ermenistan’da geçirdim… İsmi Hrant Dink’ten armağan kalan yaz okulu projesinin ilki 2005 yılında düzenlenmiş. Amaç adından da anlaşıldığı üzere iki ülke arasında yavaş yavaş da olsa adım atmak, köprüler kurmak. Korkuların, öfkelerin en çok da bilinmezliklerin uzak kıldığı sınırları bir nebze de olsa yakın, bilinir kılmak. Bunun kalıcılığı için de toplum üzerinde etkisi büyük olan bir mesleğin mensupları yani öğretmenler seçilmiş. Onlardaki küçük bir değişimin kelebek etkisi yapacağından hareketle… Türkiye’de 2014 yazında Sapanca’da yapılan kamp, Ağustos 2015’te Ermenistan’ın Bolu’yu andıran bir dağ kasabası olan Aghveran’da düzenlendi.

Yaz okulunun programı yoğundu. Gün boyunca süren eğitimlerin ardından akşam yemeğinden sonra da film ve belgesel gösterimleri vardı. İki taraftan öğrencilerin yüzlerinde ilk günlerde bir çekince, biraz da telaş hissediliyordu. Zaman geçip, karşılaşmalar arttıkça o çekingenliğin yerini dostça selamlaşmalara, ötekinin dilinden bir cümle de olsa konuşma çabasına bıraktığını gözlemledim. Dikkatimi çeken başka bir konu, oturumlarda söz alan öğrencilerin kurduğu cümlelerin benzerlikleriydi. Farklı ülkelerde doğsalar da aynı kaygılar, aynı bakış açıları, aynı eğitim kodlarından geçtikleri hissediliyordu. Sunumlar arasında en çok ilgi gören, mimar/yazar Zakarya Mildanoğlu’nun “Anadolu’daki Ermeni Kültür İzleri” sunumu oldu. Mildanoğlu, fotoğraflarla desteklediği sunumunda Muş’tan Kütahya’ya, Ağrı’dan Çanakkale’ye kimi zaman okul, kimi zaman cami, Kütahya örneğinde olduğu gibi düğün salonuna çevrilen Ermeni kiliselerinin önceki ve bugünkü hallerinden örnekler sundu. Sadece kiliselerin değil ev ve diğer sivil yapıların da zaman içindeki fotoğraflarının değişimi oldukça dokunaklıydı. Mutlu Öztürk’ün videolarla desteklediği “Zor Meseleleri Sınıfta Konuşmak” sunumu da ilgi çekiciydi.

“Bir gecede büyümek”

Yaz okulunun diğer bir etkinliği, katılımcıların gruplara ayrılarak bülten çıkarması idi. Gün içinde yapılan sunumlar, tartışılan konular, öne çıkarmak istedikleri yahut kendi duygu ve düşüncelerinden derlenmiş bültenler… Ben de çatışma çözümünde edebiyatın rolünü tartışmaya açtığım “Barışı Edebiyatla Aramak” başlıklı bir sunum yaptım. Edebiyatın hem yazan hem de okuyan için iyileştiriciliği, hakikate odaklanmasının önemi üzerinde durdum; edebi metinler, romanlardan örnekler verdim, biraz da Keje’deki öykülerden söz ettim. Onları yazma sebebim, hissiyatım üzerine de konuştum. Sunumun sonunda Ermenistanlı katılımcılardan Goharik benimle bülten için röportaj yapmak istedi. Sohbet sırasında Gurgen Mahari isimli Ermeni bir yazarın “Childhood” isimli romanından bahsetti. Mahari, Van’da 1903 yılında doğmuş, sonra tehcire gönderilmiş. Otobiyografik bir roman üçlemesiyle tehciri anlatmış. İşte bu üçlemenin ilki olan Childhood’un anlatıcısı bir çocukmuş tıpkı Keje’deki gibi. Ve yolculuğu, yaşadıklarını anlattıktan sonra son sözü “Bir gecede büyüdüm” olmuş. O anlatırken, ben dinlerken duygulanıyorum; gözlerimiz doluyor, susuyoruz. Goharik, bültendeki yazısında sunumumu beğendiği halde beni soğuk ve uzak bulduğunu; birbirimizin yaşlı gözlerine baktığımız an bu düşüncesinde yanıldığını hissettiğini ve bazen susarak da çok şey anlatılabildiğini, bunun onu daha çok etkilediğini dile getirmiş.

Coğrafyamızda zaman, mekân, dil değişiyor, kavramlar, cümleler, metaforlar değişmiyor. Aslında sözcükler de çoğu zaman değişmiyor. Ermeniceyle gündelik hayatta çok ortak kelimemiz var. Önceki yaz okullarında bu konuda bir çalışma da yapılmış. İki dilde de aynı şekilde söylenen ve anlamı aynı olan kelimeler derlenmiş. İki tanesini de ben ekliyorum tanıklıklarımla: İlki yaprak sarmasında ne eti kullanıldığını sorarken otelin aşçısından aldığım “davar” cevabı… İkincisi ise yazının başlangıcında bahsettiğim Khor Virap Manastırı’ndan dönerken yeni biçilmiş yoncaların kokusunu içime çekerken “Yonca kokuyor” dememle şoförümüzün “Sizde de mi yonca?” diye İngilizce sormasıyla.

Çeşme ve çiçek şehri Erivan

Ermenistan’ın tarihi kiliselerini, yapılarını gezerken ülkeyi bir uçtan bir uca kat ediyoruz. Bir uçta M.S 1. yüzyılda yapılan Pagan tapınağı Garni… Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinin ardından ilk Hıristiyanların kaçıp sığındığı kayalara oyulan Geghard. Diğer uçta devlet tarafından yapılan ilk Hıristiyan mabedi olan Echmiyadzin. Ağrı sınırındaki Khor Virap, Sevan Gölü üzerindeki Sevanavank. Hepsinin ortasında ise kiremit renkli taşları sebebiyle “pembe şehir” olarak adlandırılan Erivan yer alıyor. İlk göze çarpan, 1915’in yüzüncü yılıyla ilgili panolar, afişler. Her köşede, araba camlarında, unutmabeni çiçekleri… Geniş caddeleri, bulvarları, müzeleri, yeşil parklarıyla ferah bir şehir; Erivan. Merkezin biraz dışında ise ekonomik koşulların sertliği hemen hissediliyor. İstanbul’u hatırlatıyor bana bu tezat görüntüler. Bir yandan refah, korunmuşluk, sanatla iç içelik. Öte yanda yoksulluk, hor kullanılmış tarih, tabela, görüntü kirliliği, bitmeyen inşaatlar. Sovyet döneminden kalan mezarlık tipi binalara yeni site inşaatları, gökdelenler ekleniyor. Şehrin en çok sevdiğim tarafı ise adım başı buz gibi içilebilir suları olan çeşmeler oldu. Bir de her köşe başındaki sokak çiçekçileri. Ermenistan’da en ücra köylerde bile çok çiçekçi var. Bunda mezar ziyaretlerinin çiçeklerle yapılmasının etkisi var anladığım kadarıyla. Erivan’ın tek camisi ise işlek caddelerin birinde yer alan Mavi Cami. Gök ve Hüseyin Ali Camii olarak da anılan bu yapı,  1765’de Revan Hanlığı döneminde yapılmış. İran mimarisi özelliklerini taşıyan caminin geniş bahçesi, kültür merkezi olarak da kullanılıyor.

Ermeniler gittikleri yerlerde kendilerine yeni bir Anadolu oluşturmuş sanki. Maraş, Malatya, Van gibi isimler vermişler yeni memleketlerine de. Yaz okulundaki belgesel gösterimlerinden biri, Ermenistan’daki Musa Dağ köyüyle ilgiliydi. Burada doğan bir genç kızın dedesinin geldiği Hatay’a, Samandağ’a, Vakıflıköy’e olan ziyaretini yani köklerine olan yolculuğunu anlatıyordu.  Ertesi gün Echmiyadzin’e giderken geniş bağlarıyla Musa Dağ’ın içinden geçiyoruz. Vakıflıköy’ün bağları burada da yaşıyor. Bir yanda ise başka tanıklıklar başka hikâyeler katılıyor bu yaşanmışlığa. Çünkü Ortadoğu’nun yakıcı kaderi değişmiyor.  Halep’ten gelen Ermeniler misal… Onlardan biriyle Erivan’daki bir lokantada karşılaşıyoruz; Ermenice ve Arapçanın yanı sıra Türkçeyi de çok iyi konuşan bir garson… Türk televizyonlarından öğrenmiş. Suriye’de savaş çıkınca önce İstanbul’a göçüp orada çalışmayı düşünmüş ama cesaret edememiş. İstanbul’un büyüklüğünden, nesilden nesile aktarılan tanıklıklardan korkmuş. Erivan’ı seçmiş o yüzden…

Erivan’daki son gecemizde düzenlenen veda yemeğinde ise dokunaklı bir öykünün içine düşüyoruz. Yemek davetinin düzenlendiği lokantanın hemen karşısındaki gece kulübünün bekçisinin Zakarya Mildanoğlu ile olan sohbeti hepimizi derinden etkiliyor. Mildanoğlu dönüşünde bu tanıklığı Agos’taki köşesinde su cümlelerle anlatıyordu: “Bir saattir burada dikilmiş ne yapıyorsun?” diye takılıyorum. Aldığım cevap “Memleketimin sesini dinliyorum. Siz Türkçe konuşuyorsunuz, o benim memleketimin sesi.” O an sendelemedim desem yalan olur. Bu nasıl duygu, hasret, nasıl bir memleket sevgisiydi… Ermeni edebiyatında ‘yergir’ (memleket) kelimesinin niye bu kadar çok yer bulduğunu bir kez daha anlıyorum.”

Hem yaz okulundaki sunumlarda hem de gezilerdeki sohbetlerde söz gelip mutlaka Hrant Dink’e dayanıyor. Eğitimin son oturumunda “yüzleşme, barış ve gelecek”i konuşurken ise hem Türkiye’den hem de Ermenistan’dan konuşmacılar O’nun adını anıyor. Hrant Dink, acılı tarihi, birlikte yaşamı, geleceği bizzat kendi hayatının sahiciliğinde deneyimleyerek çok farklı bir dil oluşturdu iki toplum arasında. Konuşarak, sebat ederek, sahici ve hakkaniyetli olarak, öfkeye kesmeden, düşmanlaştırmadan da mücadele edilebildiğini, canı pahasına da olsa bunun mümkünlüğünü gösterdi. O yüzden hem Ermeni meselesinde hem de diğer tüm meselelerimizde barış ve gelecekten bahsedeceksek bu sahiciliği ve hakkaniyeti unutmamamız gerekiyor. Ağrı’nın öte yanından notları O’nun cümleleriyle bitireyim: “Artık bir başınıza değilsiniz, başkaları da var ve başka çareniz yok. Ya birlikte yaşamayı öğreneceksiniz, ya da birbirinizi tüketeceksiniz.”

Site Footer