Yaparken Yıkmak

Yazıya geçtiğimiz ay yaşadığım bir hadiseyi paylaşarak başlamak istiyorum izninizle.

Merdivenden düşüp kolunu inciten 2,5 yaşındaki kızımı kaptığım gibi hastane yollarına düşmüştüm. Ağlamasından ve koluna dokundurmamasından, kırık veya çıkık olabileceğinden endişe ediyordum. O telaşla yoldan ilk geçen taksiye bindik ve şoför ‘hastane’ dememin ardından gaza bastı. “Çocuklar konusunda çok hassas olduğunu ve bizi en kısa zamanda hastaneye yetiştireceğini” söylüyordu. Kornaya basa basa, ışıklarda bekleyen araçların şoförlerine küfür ede ede bizi hızlıca hastaneye ulaştırmaya çalışıyordu! Öyle ki iki kez aracı durdurup ışıklarda hızlı hareket etmeyen araçların şoförlerinin üzerine yürüdü, duyduğumda yüzümün kızardığı küfürler ederek. Direksiyon başındaki ani hareketlerinden ve bağırıp çağırmasından kızım korkup daha çok ağlamaya başladı. 20 dakikalık yolda küfürlerine ve davranışlarına tahammül edemediğim için hastaneye acil ulaşmayı bir kenara bırakıp indim. İnerken tavrıyla ilgili uyarılarımı ise; yolda şoförler için kullandığı galiz küfürleri bu kez benim arkamdan “sana da iyilik yaramıyor” diyerek kullandığını da ekleyeyim. “Çocuklar konusunda iyi ki hassasmış, bir de olmasa…” dediğinizi duyar gibiyim.

Son zamanlarda memleketi korumak için (!) cengâverleşen kimi gazeteci, analist, sivil toplumcuları görünce aklıma hep o taksici geliyor. Üslupsuzca yapılan üslup, suhuletsiz ve sükûnetsiz yapılan suhulet ve sekinet çağrıları… Küfürden uzak durulması çağrısını küfürle yapanlar bile var. Sadece gençlerin değil akl-ı selimlik beklediğimiz büyüklerin de kapıldığı coşkun bir ruh hali ile karşı karşıyayız.

Bu hal yeni değil kuşkusuz. Önceki kriz anlarımızda da durum farklı değildi. Hep yineliyoruz; krizlerimizi büyüten de aslında bu tutumlar. Ve bu tutumların patolojik ve kişilik durumlarıyla ilgisi olduğu da aşikâr. Ayşe Böhürler’in geçtiğimiz aylarda yazdığı “Duygudurumu bozuklukları/boş tartışmalar” başlıklı yazısı sanki bugünlerin ön habercisiydi. Yazısına “Bipolar; iki uçlu duygu durum bozukluğu olarak tanımlanıyor imiş. Uçlarda gezinen, kendine yabancı, taşkın ve tutarsız ruh hali yansıtan açıklamaları her duyduğumda bipolar olma halinin topluma sirayet eden yanı olup olmadığını merak ederim.” diye başlayan Böhürler; bu tanımla ilk olarak başörtüsü eylemlerinde ‘coşkun ruh halini her seferinde iman gücüne bağladıkları taşkınlığı, cesareti, renkli, şaşırtıcı, rasyonelden uzak kişiliği ile çok sevdikleri bir arkadaşlarına konulan teşhisle’ karşılaştığını anlatıyordu.

Ve şöyle bitiriyordu yazısını: “Toplum bipolar kimlikleri, bu kişilerin coşkulu, neşeli, kızgın hallerini seviyor. Renkli karakterler birçoğu. Toplumun hafızası da balık hafızası nasılsa, geriye dönüp geçmiştekileri ‘tutarlılık’ testine tutma ihtiyacı hissetmiyor. Medya da seviyor onları. Haber malzemesi olarak süperler. Ancak bunun üzerinden siyaset yönü tayin etmeye çalışanlar ya da ne olup bittiğini anlamaya çalışanlar, uzun vadede hayal kırıklığına uğrayabilirler… Neyi ciddiye alıp neyi almayacağımızı anlamanın hassas ayarına dikkat çekmek istedim. Kastım kişilere değil, duygudurum bozukluğu yansıtan, bir mana taşımayan, birçok olayı veri olarak görmenin anlamsızlığına dikkat çekmek. Ve tabii ki bunlar üzerinden, yorucu, oyalayıcı, sonuçsuz birçok tartışmayı yapmak.”

Kimlik konularındaki bazı duruşların patolojilerden kaynaklandığını ve bunu da kimliği ‘ölümcül’ kıldığına daha önce değinmiştim.

Ama bu son tartışmada; bilinçli olarak yapılan bir ‘hızlılık’ hali var ki bu iki patolojik halden çok daha korkunç ve insanda hissettirdiği yoğun bir  ‘el insaf’ duygusu. Kimilerinin yıllardır özgürlük, eşitlik, demokrasi kavramlarını aslında sadece farkındalık ve fayda sağlamak için kullandığını görmüş olduk bu vesileyle. Bunun için en elverişli alanın; Kürt meselesi, sivil anayasa isteği, darbelere karşı çıkmak ile hak ve özgürlük savunuculuğunun olduğu ortada.  Farklı kesimlere özgürlük, yargının bağımsızlığı, eşit ve sivil anayasa söylemiyle gerek sivil alanlarla gerekse hükümetle ilişkilerini, ilintilerini sağlamlaştıran girişimlerin bugünlerde ‘fitneyi ortadan kaldırmak için’ gazete protestoları düzenlediğini, camları taşlattığını görüyoruz. Ve bu savruluşlarında kendileriyle birlikte yer almayanların hepsini de ‘darbecilikle, milli iradeye karşı olmakla’ itham ediyorlar.

Diğer bir durum, geçmişteki yargılamalarda ‘hatalar, aşırılıklar’ olduğunu bugünlerde hatırlamak. Kuşkusuz, gecikmeli de olsa sevinilecek bir durum. Ancak bu hataları şiddetle dillendirenlerin yargılamalar sürerken ‘özel hayatın gizliliğini, ya da uzun tutuklama süreleriyle’ ilgili basit itirazları dahi aynı bugün yaptıkları gibi ağır ithamlarla (Ergenekoncu) savuşturdukları henüz unutulmadı. Bugün kabul edilmesi gereken; bu her zaman için en iyiyi önceden sezme yetisi olan ve kendisinden başka kimsenin iyi niyetli olamayacağını düşünenlerin yüzleşmeyi hep başkasına havale ettikleri olmalıdır. Dün yaşanan hatalardaki etkilerini tartışmaya açmaya hiç yanaşmayanlar bugünkü krizin derinleşmesinde de aktif rol oynuyor.

21 Haziran 2008’de asla bir araya gelmez dediğimiz kesimlerin birbirleriyle darbelere karşı yürüdüğü o gün hissettiğimiz sevinç; bugün o yürüyüşün mimarlarının da aralarında bulunduğu bazı kişilerin safları, barikatları, kampları sıklaştırma dayatmasının en baştaki neferleri olduğunu görmeyle yerini üzüntüye bırakıyor. Bu karşılıklı hizalanma dayatması, aslında eleştirelliği, önyargısızlığı, hakkı teslim etmeyi, çok yönlü bakmayı yok etmekten başka bir işe yaramıyor. Oysa tam da bu bakışa ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz.

Sözü Fatma Barbarosoğlu’nun ‘günün tartışmalarını daha geniş pencereden bakabilme imkânı sunan yazılarına verilen tepkilere karşılık yazdığı satırlarla nihayetlendireyim:

‘Baltalar elimizde’ deyip en yakınındakini hedef almanın çok ses getirdiği şu dönemde, ‘baltasız’ ve, ‘sakin’ kalmayı göze almanın bedelini de bilmiyor değilim. NOKTA!

Site Footer