Paris’te 13 yıl önce sürgündeyken hayatını kaybeden Ahmet Kaya; bugün hemen her kesimin sahiplendiği bir sanatçı.
Bunda; Başbakan Erdoğan’ın son yıllarda onu hayırla yâd edip, trajik bir şekilde hayatını kaybetmesine sebep olanlara karşı yaptığı eleştirilerin rolü büyük kuşkusuz. Kaya’ya ve ailesine yaşattırılan acı dolu bir yılda; Magazin Gazetecileri Gecesi’nde ona çatal bıçak fırlatan sanatçılar ile; onunla ilgili korkunç manşetler hazırlayan Ertuğrul Özkök yönetimindeki Hürriyet Gazetesi ve yine bu gazetede yazan Fatih Altaylı’nın hakaret dolu yazılarının etkisi büyük. Üzerinde durulması gereken başka bir konu ise diğer gazetecilerin o günlerdeki suskunluğu. Tıpkı o olaylı gecede yapılanları kabullenmese de sesini çıkarmayan sanatçılar gibi. Bu sessizliğin; vaktiyle verilmeyen desteğin linç edenlerin işini kolaylaştırdığını göz ardı etmemek gerekiyor. Bugün de başka konularda aynı durumlar yaşandığı için asıl özeleştiri yapılması gereken konu bu, bana kalırsa.
Hürriyet, Magazin Gazetecileri Gecesi’nin ardından “Olmadı iki gözüm” manşetiyle Paris’te sonlanacak acı günlerin startını verirken; yapılanın yanlış olduğunu yazmayan gazetelerin ve bu konuda tek kelime etmeyen gazetecilerin yaşananlardan kendini soyutlaması mümkün olamaz. Suçu, 28 Şubat döneminin olağanüstü koşullarına, devletin, ordunun vesayetine atıp kenara çekilecek bir durum değil çünkü. Hürriyet’in manşetleriyle Kaya için hazırladığı üzücü sonda; o günlerde köşelerinde 14 Şubat Sevgililer Günü’nden söz eden köşe yazarlarının, o gecede aldıkları ödüllere yer verirken Ahmet Kaya’ya yapılanlarla ilgili tek satıra yer vermeyen veya olayı tamamen görmezden gelen gazetelerin de vebali var. Bugün demokratlığı, özgür ruhlu olmayı kimseye bırakmayan kalemler, o günlerde Ahmet Kaya’yla ilgili tek satır kaleme almayarak bu suça iştirak ettiler bir bakıma. İsimleri tek tek yazmak istemiyorum. O yıllardakilerin büyük çoğunluğu halen en çok itibar gören köşe yazarları…
Gazetecinin sorumluluğu sadece geçmişte kalan olaylarla ilgili olmamalıdır. Yaşanan andaki olumsuzlukları, sorunları görmezden gelip siyaseten ortam düzeldiğinde geçmişle hesaplaşma konusunda ‘cengaverce’ tutum almak değildir gazetecilik. Ama ne yazık ki, Türkiye gazeteciliğinin hele de köşe yazarlığının en büyük handikabı tam da böyledir. Son yüzyıla damgasını vuran ve bugün artık özel harp dairelerinde açığa çıkan tüm toplumsal olaylarda gazetecilerin büyük çoğunluğu yaşandığı anda güçlü olanın yanında konumlanarak onların istediği şekilde olayları görerek veya görmeyerek taraf olmaktan hiç çekinmediler.
Ortalık durulduğunda ise yerine göre ya askeri, ya siyaseti ya da konjonktürel dönemleri suçlayarak yollarına devam ettiler. Onların izinden gelen günümüz gazetecilerinin bazıları bu konforlu yolculuğu tekrarlıyor. Uludere’yi olabildiğince görmeyerek, Hrant Dink cinayetini, ilişkili olanların terfilerini hiç dillendirmeden yazarak. Kürt meselesinde 90’larda yaşananlar konusunda hesap soran, yüzleşme bekleyen son yıllardaki yaşananları ise komplolar üzerinden gören bir gazetecilikten söz ediyorum. Bugün sıkça başvurulan bu yol, gerçekleri hiç yazmamaktan yahut çarpıtmaktan daha iyi bir yol gibi görünebilir. Yine yalan söylemekten, iftira döşenmekten yeğ tutulabilir. Ancak sadece yalanın değil; eksik ve gerekeni zamanında söylememenin de hakikate zarar verdiğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Yıllarca ülke gündeminde onca ağır hak ihlali ve zulüm varken toplumsal konulara hiç değinmeden yaşam tarzı veya magazinel konularla ilgili köşe yazanların bugün siyasi ve toplumsal konuların büyük ilgi görmesi üzerine; kendileriyle ilgili hiç özeleştiri yapmadan bu konulara giriyor oluşları da ibretle izlenecek başka bir durum.
Sadece gazeteciler için geçerli değil bu durum. STK’lar da çoğu zaman aynı duruşun içinde oldular. Geçtiğimiz yıl Fatih Camii’nde Kürdistan yazılı pankartlar dolaştırıldığı için muhafazakâr çevrelerin tepkisini göğüslemek durumunda kalan Mazlum-Der’in yaşadıkları, bu konuya iyi bir örnek teşkil ediyor. Mazlum-Der’e o gün tepki gösterenler Başbakan’ın Diyarbakır’da Kürdistan’ı telaffuz etmesinin ardından Kürdistan’ı yüksek sesle zikreder oldular.
Ahmet Kaya’yla başlamıştık, onunla devam edelim. Magazin Gazetecileri Gecesi’nin ardından Ahmet Kaya’nın ölümüne kadar olan yaklaşık bir yıllık süreyi, gazete arşivlerinden taradığımda; Ahmet Kaya’ya yapılanlar konusunda saygıyla kabul edilecek tutum gösteren gazetecilerin sayısının bir elin parmağını geçmediğini üzülerek hatırlamış oldum. Bunlardan ikisi, kendi gazetelerinin başyazarı Ertuğrul Özkök’e hak vermesine rağmen yapılanların yanlış olduğunu ilk günlerde dile getiren Akit Gazetesi yazarları Hüseyin Üzmez ve Hüseyin Öztürk. Yeni Şafak gazetesinde Ahmet Rıdvan (müstear bir isim olduğu anlaşılıyor), Ahmet Kaya’ya yapılanın yanlışlığını Erbakan örneği üzerinden, Hasan Cemal ise askerlik anıları üzerinden dillendirmiş. Bunların dışında bir yıl boyunca ve başta Hürriyet, Akşam olmak üzere gazetelerde olumsuz manşetler veya haberler yayımlandığında tek kelime eden, hatta medya kritik köşelerinde dahi bu konuyu yazan tek kişiyi görmek mümkün olmuyor.
Bu arada Zaman Gazetesi’nde Eyüp Can imzalı röportajı da saygıyla anmak lazım. O yıllarda tavrı alkışlanacak tek gazeteci ise Radikal’deki ilk yazısı tam da olaylı gecenin sonrasına denk gelen Arda Uskan’ın eğip bükmeden yazdığı ‘Ayıptır ayıp’ başlıklı yazı. Uskan, yazısını, Ahmet Kaya’ya o gece gösterilen kötücül tavrın ayrıntılarını dile getirdikten sonra şu sözlerle noktalıyor: “Ayıptır ayıp; sanatçı dediğin zaten aykırı bir sestir. Bir nefestir. Ahmet Kaya sanatçı mıdır değil midir ben bilemem. Ama dar kafalı düzenin suyunda giden, küçük çıkarlar uğruna kitleleri peşine takmak isteyen insanlara sanatçı denmeyeceğini öğrenecek kadar yaşlandım galiba.”
Uskan’ın sanatçının ne olmadığıyla ilgili tanımı bugün de geçerli ve bunu gazeteciler için de yorumlamak mümkün. Kaya’ya zor günlerde açıktan destek vermeyen dostlarının veya demokrat(!) gazetecilerin ölümünün ardından hemen her gazetede duygusal yazılar döşendiğini de hatırlatayım. Onun şarkılarının sözlerinden oluşan başlıklar, duygusal tanıklıklar ve hatıralar eşliğinde. Bunlara nasıl yaklaşacağımızı ise Ahmet Kaya, ölümünden önceki son röportajında dile getirmiş: “Benim ile lokma yiyip içenler / Gölgemin altında konup geçenler / Sizi dar günümde kaçanlar / Ben kendi halime yanar ağlarım”