Figüranlar, yöntemler değişse de yine aynı filmin içindeyiz. Ve herkes o eski filmdeki gibi yerine getiriyor rolünü. Bu kez cezaevlerindeki mahkûmlar, ölümle gelecek özgürlüğün pazarlık unsurları.
Meydanlarda, serhildanlarda yeterince kurban verilmediğini düşünen PKK’nın oyun kurucuları; bu kez sayılarını henüz tam bilmediğimiz mahkûmların canları üzerinden bir pazarlık yürütüyor. Oyunun seyri bile aynı; önce sessizce bir hazırlık yani yayılma süreci, ardından toplumda duyarsızlık üzerine bir ikilem oluşturma histerisi. Derken Karayılan’ın topa girmesi; ve onun çağrısıyla bu işi daha sıkı bir şekilde sahiplenen, hatta sembolik açlık grevi başlatan BDP’liler. Emir, bol rakımlı yerden gelince; birbiri ardına neredeyse benzer cümlelerle açıklama yapan kurumlar. Hemen ardından, “En onurlu Kürt silahlı Kürt’tür” repliğiyle aslında sadece ‘ölmesi ve öldürmesi muhtemel Kürtleri’ sevdiklerini iyice belli eden onur ölçer aydınlar. Ve bir filmin olmazsa olmaz klavye başı savaşçıları ile android ustaları… Hayatlarına devam ederken; yemek masalarından, kafe köşelerinden, iş masalarından başkalarının ölümlerine güzellemeler yazanlar, güzelleme yazmayanlara had bildirenler… Kedileri ağaca çıktığında onu kurtarmak için bütün ülkeyi ayağa kaldıracak kadar yaygara kopartanlar ‘ilke’ ve ‘iradeye saygı’ üzerinden adeta avuçlarını ovuşturuyorlar; yaklaşan muhtemel ölümlere. Oysa en çok onlar biliyor söz konusu örgütse; irade de yoktur, birey de. Hele de mekân cezaevi ise.
‘ÖLÜMÜN ARDINDAN ÖZGÜRLÜK DEĞİL, MEZARLIK GELİR’
Cezaevlerinde yayılan açlık grevlerini ilk duyduğumdan beri (ki daha ilk günleriydi) aklıma iki kitap, tek kişi geldi… Aytekin Yılmaz ve onun biri roman diğeri hatırat olan Dağbozumu ile İçimizdeki Hapishane (Labirentin Sonu) kitapları. PKK davasından 9 yıl boyunca (1992-2001) cezaevinde kalan Aytekin Yılmaz; örgüt ve cezaevi ilişkisini (örgüt jargonuyla pratiğini) çok iyi tahlil eden ve bunu kamusal alanda paylaşmaktan çekinmeyen birisi. Bu cesareti göstermek kuşkusuz kolay değil; ‘kol kırılsın yen içinde kalsın’ diyen çok insan var etrafımızda. Günlük hayattaki eleştirilerini yazılarına, kamusal alana taşımayanlar da azımsanmayacak kadar çok hele de konu PKK olunca. Yılmaz, kitabının girişine koyduğu J.P. Sartre’ın “Yazarın görevi, nereden gelirse gelsin bütün adaletsizliklere karşı tavır almaktır.” sözüyle bu yüzleşmeyi yapabilme cesaretini nerden aldığını ortaya koyuyor. Sahi ölümleri bile taraf tutarak, skor sayarak ve güçlü olanın, eli silah tutanın onuru üzerinden değerlendiren yazarların ‘adalet’ ve ‘çözüm’ arayışında olduklarını söyleyebilmek mümkün mü?
Yılmaz’ın bugünlerdeki açlık grevleriyle ilgili sosyal medyada yaptığı değerlendirmelerin bazıları; “İçinde ölüm olan bir proje mutlu sonla bitemez!”, “Ölümlerin ardından özgürlük değil, mezarlık gelir!”, “Birilerinin yaşamı için birileri kendini öldürüyorsa gerideki yaşam zulümdür” cümlelerinde olduğu gibi sloganvari ama bir o kadar da düşündürücüydü. Karşıtlığının sebebini sorduğumda ise talepleri haklı bulduğunu ama açlık grevinin dışarıdakilerin değil cezaevlerindeki mahkûmlar üzerinden yapılmasını adil bulmadığını dile getirdi. İçimizdeki Hapishane’deki yer alan tanıklıkların hepsi, ‘açlık grevi ve irade konusunun’ öyle güzellemeler yapılacak bir boyutta olmadığını çok iyi anlamamıza sebep oluyor. Tutukluyken tutuklananlar, ötekileştirilenler, bizzat yok edilenler yani infazlar. Yılmaz’ın sözleriyle: “Bütün romantik devrimcilerin trajedisi aynıdır; zalim bir iktidardan kurtulayım derken, başka zalim bir iktidarın kurbanı olmuşlardır…”
Cezaevindeki örgütün karşı durulan, ona karşı devrim yapılan iktidarlardan bir farkı yoktur; körü körüne biat etmeyenlere karşı. İktidarın bütün aygıtları; sansür, kolektif yaşamaya zorlamak, uygulamalar vs.. mevcuttur. Tutukluyken tutuklanan bir mahkûmu Yılmaz şöyle anlatıyor: “Sen hiç içerde tutuklandın mı? Bu sorunun ne kadar acı verici olduğunu ancak yaşayanlar bileceklerdir. Tutuklanmak hiçbir şey değildir. Esas yürek sızlatan, esas yıkıcı olan tutukluyken tutuklanmaktır, kendi arkadaşlarınız tarafından tutuklanmaktır, “sizin kendi cezaevinizde”, “sizin kendi sorgucularınız” tarafından sorgulanmak, “sizin kendi işkencecileriniz” tarafından işkenceye uğramak ve aşağılanmak ve nihayet “sizin kendi cellâtlarınız” tarafından katledilmektir.”
Kendilerine en özgürlükçü, en ekolojik, en demokrat örgütleri hak görüp Kürtlerin kaderini, ‘ölüm üzerinden pazarlık’ eden silahlı bir örgüte mahkûm etmeye çalışan, hükümete olan öfkelerini, hesaplaşmalarını, örgütün sırtını sıvazlayarak görmeye çalışanların ajandasında, önderlik ve örgüt eksenli bir yüzleşme olmadığı aşikar. Açlık greviyle hak arayan örgütün sorumluluğunu görebilecek vicdandan da bu sorgulamayı isteyecek cesaretten de nasiplerini almamışlar ne yazık ki. Yıllardır Kürt çocuklarına, ‘dağa çıkıp ölmek ve öldürmekten başka çareniz yok’ dediklerini unuttuğumuzu sanarak, ‘cezaevinde ölüme yatmaktan başka bir şeyi kalmayanlar’ ajitasyonundalar. ‘Ölümler gelecekken, kriz anındayken yöntemi konuşmayalım’ hassaslığındalar. Asıl krizin; ölüm üzerinden pazarlık yapmayı alışkanlık haline getiren örgütün, ‘kuzuyu yemeyi kafasına koymuş kurt’ hesabı, ölümler için hep bir ‘bahanesi’ olması olduğunu görmezden geliyorlar. Öyle bir kabulleniş ki; güya hakkını gözettikleri insanlar; ‘savaş istemiyoruz’ derken, ‘çocuklarını, öğretmenlerini PKK’nın elinden kurtarmak için bedenlerini siper ederken’ bile, ‘talepler sağlanmadan, önderliğin hapishane koşulları değişmeden’ silah bırakılamaz’ diyecek kadar pervasız olabiliyorlar.
Kürtlerin artık örgütün ve bu hızlı dostlarının gelecek diye sundukları hayatın “büyük planların, pazarlıkların kurbanı” ütopyasından başka bir şey olmadığını anlamaları, “Açlık greviyle haklar alınacaksa niye dışarıdaki siyasiler yapmıyor?, Öcalan’ın kardeşi niye yapmıyor” diyen baba gibi sesini yükseltmesi gerekiyor. Bunu görmelerinin yolu ise; ‘mağdur ve mazlumsun; o halde öldürmeli ve ölmelisin’ üzerine kurulu bu oyunun bozulmasıdır.
Bu da ancak hükümetin; insanların hayatlarını kaybedeceği veya ömür boyu sürecek sakatlıklar yaşama sınırına gelen açlık grevlerini gerçek anlamda duyması ve görmesiyle anlaşılabilir. Hükümet bu eski oyunu; siyaseti, kazanımları, oy yüzdelerini değil insanı merkeze alan, insan için atılan adımı ‘yenilgi’ olarak görmeyecek bir ferasetle bozabilir. Karşısındakiler ‘öldürmeye’ bu kadar azmetmişken hükümetin önünde ‘yaşatmayı’ her şeyin üstünde tuttuğunu göstermek için büyük bir fırsat duruyor. Uludere’yle gelen yarılma gibi yeni bir kopuş yaşanmadan acilen somut adımlar gerekiyor. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in cezaevinde yaptığı görüşmeler ve akabindeki sözleri beni umutlandırdı. Umarım bu kez film, yeni kurbanlar verilmeden, güçlünün değil vicdanın kazanmasıyla nihayetlenir.