Bitmeyen Öfke ve Zorunlu Göç

Zorunlu göçü birebir yaşayanların büyük çoğunluğu bir şekilde ‘dağa gidişi’ tek çare olarak gördü. Gitmeyip de Diyarbakır’ın, Van’ın, Mersin’in Hakkâri’nin ve diğer kentlerin kenar semtlerindeki ‘naylon çadırlara’ sığınan ailelerde ve onlardan ‘köylerinin yakılma hikâyelerini’ dinleyen çocuklarında ise; işte bugün 15 Şubat gibi protesto bahanelerinde başta kendini sonra bütün dünyayı yakma halinin öfkesi kaldı. Bu öfke; gizli bir düşman gibi tetikte bekliyor.

Göç, insanlık tarihi kadar eski bir kelime. İnsanlar tarih boyunca bazen isteyerek bazen de istemeyerek yaşadıkları topraklardan ötelere gitmek durumunda kalmışlardır. İster göç ister yerinden olma diye adlandıralım; bir insanın alıştığı ortamdan ayrılışı ‘kolay kabullenilebilir’ bir durum değildir.

Bir de bu yerinden edilmenin istek dışında hatta zorla olduğunu, üstelik gidilecek bir yer olgusu olmadan dayatılma ve zulümle olduğunu düşünürsek, zorunlu göçlerin yakıcılığını daha iyi anlamış oluruz.

Gündemin Ortadoğu’daki kanlı olaylara kilitlendiği bu günlerde; zorunlu göçler de nerden çıktı diye düşünenler olabilir. Oysa daha birkaç hafta önce, Yüksekova, Diyarbakır, Van başta olmak üzere bütün ülkeye yayılan ve ön saflarda çocukların olduğu 15 Şubat protestoları gündemin önemli maddelerinden idi. Diyarbakır’da 17 yaşındaki Mustafa Malçok’un kendini yakarak öldürmesiyle sonuçlanan olaylarda, (geçtiğimiz yıl nihayet TMK mağduru çocuklar cezaevinden kurtulmuşken) ön sıralarda yine çocukların oluşu birçok çevrenin tepkisini çekti.

Olaylar süresince birçok yayın organında ‘bu çocukların niye taş attığı’ sorusu etrafında soruşturmalar yapıldı. Sıkça kullanılan argüman ‘çocukların kullanıldığı’ yönündeydi. Van’daki olaylarda ‘maskeli bir kişinin verdiği parfüm şişesinin’ patlamasıyla parmaklarını kaybeden 4. sınıf öğrencisinin, protestolar sırasında okula gitmemesi konusunda tehdit edildiğini anlatması, bu görüşü güçlendirdi. Birilerinin, çocukları bu tür gösterilerde ‘hazır kıta’ kullandığı gerçek.

Ama bir o kadar önemli başka bir gerçek ise bu çocukları ‘hazır kıta’ olmaya götüren ‘öfke’nin kökenine inmeye kimsenin hevesli olmaması. Çoğu ikibinli yıllarda doğmuş bu çocukların, zulmün, faili meçhullerin kol gezdiği 90’lı yılların çocuklarından veya ebeveynlerinden daha öfkeli olmasını sadece çocukluklarına yahut ‘kullanılmalarına’ bağlamak mümkün değil.

Bu öfkenin kaynağında zorunlu göçlerle gelen ve nesilden nesile aktarılan travmalar var. Ama ne yazık ki, Kürt meselesinin içinden çıkılmaz hale gelmesinin en önemli etkenlerinden biri olan bu zorunlu göçlerle yüzleşme; ne devletin ne de bu konuda çalışan STK’ların gündeminde ilk sıralarda değil. Zorunlu göçlerin maddî olumsuzlukları yani işsizlik, yoksulluk gibi konular bir şekilde önemseniyor. Ama kuşaktan kuşağa aktarılan travmalar, yerinden edilmeyle kaybolan kültür yapısı gibi psikolojik ve sosyolojik yönlerin henüz ciddiyetle üzerinde durulmuş değil.

‘KÖYDE İYİYDİK…’

Meclis kayıtlarında 90-95 yılları arasında OHAL ve mücavir illerde 905 köy ve 2.523 mezranın boşaltıldığı kabul ediliyor. Yine resmî rakamlar 953.680 kişinin etkilendiğini belirtiyor. Sivil toplum kuruluşlarının yaptığı araştırmalar 1,5 ila 3 milyon insanın bu göçlerden etkilendiğini, sayının daha yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Zorunlu göçlerle gelen travmaların diğer nesillere aktarıldığını düşünürsek bu sayının daha yüksek olduğunu kolaylıkla görebiliriz.

Gazete arşivleri zorunlu göçlerle yerinden edilen Kürtlerin trajik öyküleriyle dolu… Gazeteci-yazar Hasan Cemal, geçtiğimiz temmuz ayında ziyaret ettiği Hakkâri’den bu konuyla ilgili çarpıcı hikâyeleri paylaşmıştı köşesinde: “O çocukların aileleri, Çukurca’nın sınır köylerinden, Türkiye-Irak-İran’ın birbirine kavuştuğu ve PKK kamplarının bulunduğu dağlık coğrafyadan 1995 yılında sürülüp gelmişler Hakkâri’ye. Köyleri zorla boşaltılmış.

Köyleri yakılmış. Evlerini barklarını bir gün yüreklerine taş basarak bırakmışlar, yola düşmüşler, Sümbül Dağı’nın eteklerinde yoksulluğun kol gezdiği Keklikpınarı’na yerleşmişler. İsmi Sülker, 45 yaşında bir kadın. O günü hiç unutmamış. “Kara bir gündü o gün.” diyor. 1995 yazında bir gün basılan köyünü, güvenlik kuvvetlerinin Kavuşak köyünde neler yaptıklarını anlatıyor Sülker: “Köyde iyiydik. Kimseye muhtaç değildik. Çatışmalar oluyordu, helikopter üstümüzde uçuşuyordu. Ama biz iyiydik; yün, ceviz satıyor geçiniyorduk. Meralarımız da vardı. Bir gün geldiler, boşaltın köyü dediler, gideceksiniz dediler. Eşyalarımızı yola çıkardık. Ama onları da bırakmadılar, alalım. Onları da yaktılar, evlerimizi de.. Kara bir gündü o gün…”

Şimdi anlatacağım hikâyeyi ise bu yaz Diyarbakır’a yaptığım ziyarette bizzat tanıklık eden kişiden dinledim. Muş’un bir köyünde ailesiyle birlikte yaşayan orta yaşlı bir kadın, zorunlu göç sırasında eşini yitirir ve akrabalarının yardımıyla Diyarbakır’a taşınır. 8 çocuğunun geçimini sağlamak üzere evlere temizliğe giderek hayata tutunmaya çalışır. Çocuklarından en küçüğü Hasan’ın son günlerde eve sürekli yiyecek getirmesinden şüphelenerek durumu sorar ancak yanıt alamaz. Göç mağduru ailelere destekleriyle bilinen bir dernek başkanına durumu anlatır. Uzun süren görüşmelerden sonra Hasan’ın anlattığı zorunlu göç travmasını anlamamız açısından trajiktir: “Annemin kötü yola düşmemesi için eve yiyecek bulabilmek için her gün bir TL hırsızlık yapmaya başladım.”

Zorunlu göçü birebir yaşayanların büyük çoğunluğu bir şekilde ‘dağa gidişi’ tek çare olarak gördü. Gitmeyip de Diyarbakır’ın, Van’ın, Mersin’in Hakkâri’nin ve diğer kentlerin kenar semtlerindeki ‘naylon çadırlara’ sığınan ailelerde ve onlardan ‘köylerinin yakılma hikâyelerini’ dinleyen çocuklarında ise; işte bugün 15 Şubat gibi protesto bahanelerinde başta kendini sonra bütün dünyayı yakma halinin öfkesi kaldı.

Bu öfke; gizli bir düşman gibi tetikte bekliyor. Ya bu öfkeyle yüzleşeceğiz, bir şekilde yaralarını sarmayı başaracağız yahut onlar bize de kendilerine de bu hayatı ve ülkeyi daha nice seneler zehir edecekler.

Yara sarmak için de önce zorunlu göçlerin kaç kişiyi direkt veya dolaylı yoldan etkilediğinin istatistiklerinin çıkarılması lazım. Yine aynı şekilde çözümlerin de genele göre değil gerekirse tek tek fertlere göre düzenlenmesi elzem. Birçocuğun elindeki oyuncağını kırdıktan sonra yapıştırıcıyla bir araya getirmemiz nasıl çocuk için yeterli olmayacaksa; karlı günlerde ayakkabısız, tülbentsiz köyünden ‘tehcir’e gönderilmiş bu insanlara, demir veya kum parası ödeyerek, köye dönüş özendirilerek yahut elektriği olmayan eve seçim zamanlarında buzdolabı yardımı yaparak çözüm götürmenin beyhudeliğini artık görmemiz gerekiyor.

Site Footer