Çocukluğumun en güzel günleriydi babamla tuz ocaklarında geçirdiğim yaz geceleri. Kendimi bir masal ülkesinde sanırdım, kahramanlarım ise babam ve arkadaşlarıydı. Beyaz cibinlikli yataklarına bağdaş kurup, kararmış çaydanlıktan çaylarını içerken uzun havalar okuyan kahramanlarım… Sonra babamın tuzlu kokusunu içime çeke çeke uykuya yenik düşmem. Oysa her seferinde uyumayıp daha çok dinleyeceğim derdim… Ama daha ilk türküde uyuyup kalırdım.
O gece çocukluğum da, cibinliklerde babamla geçirdiğim geceler de, kahramanlarım da hepsi birdenbire yok oldular. Oysa akşamüstü her zamanki gibiydi. Babamın tuz ocağında nöbeti vardı ve ben her zamanki gibi annemin hazırladığı yemeği alıp yola çıkmıştım. Annem telaşlı telaşlı çabuk git hava kararmadan da dön diye tembih etmişti ama aldırmamıştım. Her zamanki gibi yolda oyalandım. Böylece hava kararacak babam göndermeyecek, geceyi yine onlarla geçirecektim. Yemeği götürdüğümde ise babamı annemden telaşlı buldum. Hemen eve dön dedi. Artık geceleri burada kalmak yok zaten biz de bundan sonra kalmayacağız. Ve nasıl olduğunu anlamadan geri gönderdi beni, üstelik hava kararmaya başlamışken. Bir şey vardı ama ne?.. Düşünceli düşünceli biraz da ürkmüş olarak eve dönmeye çalışıyordum. “Hey dur orada yoksa ateş ederim” diye bir ses duydum. Sonra etrafımı ellerinde silahlarla 3-4 asker sardı. Yaklaşık bir haftadır mahallemizin hemen çıkışındaki, boş sahaya çadırlarını kurmuştu askerler. Top oynadığımız sahamız elden gitmişti ama çocuklukta her şey oyun gbi geldiği için bu durumdan da kendimize bir eğlence çıkarmıştık. Bütün gün asker çadırlarının etrafında dolanıp ne yaptıklarına bakmaya çalışırdık. Onlar da ara ara bize gülüp bazen de konservelerini paylaşırdı. Oysa şimdi hiç gülmüyorlardı. İçlerinden biri, “Ne işin var bu saatte sokakta hem de buralarda” diye bağırdı. Diğeri “Ya terörist sanıp ateş etsek, öldürseydik” diye devam etti. Yaşadığım korkuyu anlatmaya halen kelime bulamıyorum. Çocuk kafamda ne senaryolar döndü o an. Sonra o yumuşak sesi duydum. “Ne yapıyorsunuz, görmüyor musunuz? Ne kadar korktu kızcağız. Gel seni geçireyim. Burası artık askeriyeye ait geceleri hiç geçmeyeceksin tamam mı küçük kız”. Ve beni askeri bölgenin sonuna kadar götürdü.
Ömrümün en uzun yoluydu o adımlar… Eve gittim anneme sarıldım uzun uzun ağladım. Biten çocukluğuma, en çok da o babamla geçirdiğim yaz gecelerine…
Kürt, Güneydoğu, terör. Herkesin kendince başına bir sıfat getirdiği sorun. Askeri, ekonomik sosyolojik, antropolojik, tarihsel, bilimsel, özgürlükçü, statükocu. Çözüm önerisi, geçmiş mukayesesi, gelecek muhasebesi çokça yapılan sorunumuz. Son günlerde özeleştirisi, yüzleşmesi pek moda olan sorunumuz. Sanki bir formül yahut kimyevi bir maddeden bahseder gibi bir tavır takınılan sorunumuz. Tek ihtiyacı ise; ‘insani’ bir bakış açısı ve ’empati’ olan sorunumuz.
Yukarıdaki hikâye Güneydoğu’da yaşayan insanların çoğu için çok basit gibi gelebilir. Daha acı, daha korkunç hikâyeleri olanlar çok çünkü. Ama nihayetinde herkesin acısı kendisine büyük… Benim hikâyelerimin en önemlilerindendi çünkü çocuktum ve çünkü çok korkmuştum…
Acıyı anlamak
Biraz insani ve empatiyle bakabilseydik yaşananlara… “Aman zaten istedikleri gibi konuşabiliyorlar, istedikleri makama gelebiliyorlar, ekonomik sorun her yerde var” diyerek kestirip atamazdık, kolayca kaçamazdık. Bir nesil istemediği halde bir gecede büyüdü benim gibi. Kiminin oyuncağı elinden alınıp parçalandı, kiminin yüreği, kiminin minik bedeni. Daha eskileri, inkârı, yok sayılmayı, iskanları, sürgünleri, kart-kurt seslerini saymıyorum bile. Yeni oyuncaklar, sarılan yaralar, yapılan özeleştiriler hemen silmez yaşananları.
Ekonomik, sosyolojik, bilimsel değil ‘insani’ ve ‘samimi’ yaklaşımlar lazım bu yaranın dinmesi için. Ötekinin acılarını içselleştirmek gerek. Hayatın aklarını ve karalarını değil grilerini sevmeyi, görmeyi bilmek gerek.
Bu acıyı anlamanın, bu yarayı kapatmanın yolu griden geçiyor çünkü. Herkesin ‘hayatın grileri’ olduğunu görmesi, bilmesi gerek.
Ben griyi işte o birdenbire büyüdüğüm gecede öğrendim. O askerin arkadaşlarına ‘görmüyor musunuz korkuttunuz kızcağızı’ diye bağırdığı, onların gülüşmelerine, takışmalarına aldırmadan beni aralarından çıkardığı gecede… Hayatımın karardığını hissedecek kadar korktuğum gecede beyaz bir ışık gibi griyi gösterdi bana. Bir grubu ‘ak’ ya da ‘kara’laştırmadan önce içlerindeki ‘tek beyaz’ için bir şans daha vermenin gerekliliğini o birdenbire büyüdüğüm gecede öğrendim.
Siz köşelerinden, partilerinden, kışlalarından, köşklerinden, evlerinden, perdelerinden bütün sorunlarımıza olduğu gibi bu soruna da çözüm bulan büyüklerimiz, önce siz biraz ‘gri’ bakmayı öğrenin. Anketleriniz, tarihsel bilgileriniz, coğrafik konumlarınız, ekonomik göstergeleriniz velhasıl her şeyiniz var ama bu yetmiyor gördüğünüz gibi acıları bitirmek için.
Oysa tek gereken, biraz insaniyet, biraz empati çokça samimiyet. Bakın işte o zaman “belki güzel günler yola çıkıp gelir” (1) Tabii eğer gerçekten istiyorsanız…!
- Mevlânâ