Geçtiğimiz Ramazan’ı İsrail kana bulamıştı; bu yıl kendine İslam devleti adı veren bir barbarlar topluluğu önce Kobane’yi sonra dünyanın birçok ülkesini kana buladı. Çocuk, kadın, yaşlı demeden gece yarısı evlerinde uyuyan insanları katletti, plaj bastı, cami bombaladı. İlk vahşetleri değil korkarım son da olmayacak. Daha birkaç gün önce haklarında ‘sosyolojisi yok, bir iki yılda yok olup gidecek’ analizleri yapılan, ehven-i şer manşetleri atılan bir örgütün iki günlük bilançosu yüzlerce ölü, binlerce yaralı. O manşeti atanlar, analizleri döşenenler katliamları, Kobane’de yan yana açılan mezarlara sarılan çocukları, kadınları görüp bir nebze utanmışlar mıdır bilmiyoruz. ‘Sosyolojisi yok’ denen, ‘Batı tarafından kuruldu’ denen örgüte Türkiye’nin birçok ilinden katılımlar oluyor. Katılmasalar da yaptıklarını sorunlu görmeyen (hele de başka dinden inançtan, mezhepten olana yapılınca ), masum insanları öldürerek cihat yapıldığını düşünenlerin sayısı çok. Olup bitenin faturasını Batı’ya havale edip; işin içinden çıkamayız. Kobane’de mikrofon uzatılan yaşlı bir amca ‘İslamiyet bu mu, niye ümmet-i İslam ses çıkarmıyor” diye soruyordu. O soru Halepçe’den beri orada duruyor aslında. Halepçe katliamının olduğu günlerde toplantı halinde olan İslam ülkeleri liderlerinden tek ses çıkmamıştı bilirsiniz.
Öte yandan Cumhurbaşkanı seçimlerinden bu yana çözüm sürecinin tarafları arasında yaşanan gelgitin sebebi medyadaki manşetler ve analizlerle açık olarak ortaya kondu geçtiğimiz günlerde. Suriye topraklarında PYD’nin söz sahibi olacağı bir Kürdistan istenmiyor. Bunun sebebi olarak; PYD’nin Esad’la ileride anlaşabileceği, sınırları da tamamen kaldırıp Kürdistan’ı birleştirme planları yaptığı, Türkiye’ye karşı savaş açabileceği gibi analizler yapılıyor.
Hükümete göre Öcalan da çözüm süreci de son anda rayından çıkarılmış. Ama aslında Kürt tarafı bu konuda başından itibaren duruşunu ortaya koymuştu. Öcalan’ın görüşme notları, açıklamaları başından itibaren PYD’nin komutasındaki bir Rojava’yı işaret etti. Seçimlere HDP olarak girilmesi, barajın aşılması hep Öcalan’ın bilgisi ve işareti dahilinde yapıldı. PKK da ateşkes kararını Türkiye sınırları için aldığını Suriye’de savaşı sürdüreceğini hep dile getirdi. Ve yeni katılımları başta olmak üzere güçlerini PYD ile birleştirdi. Bu konuda açık olmayan hükümetin ve medyasının tavrıydı. Önceleri Salih Müslim ile görüşmeler yapıldı. Bu görüşmelerle ilgili övgü yazıları, açıklamalar arşivlerde duruyor. Sonra bir fikir değişikliği yaşandı. Bunun sebebini kamuoyuna açık bir şekilde anlatmak yerine manşetlerle, köşe yazılarıyla, televizyon programlarıyla PYD’nin ‘IŞİD’den daha tehlikeli’ olduğu imajı verilmeye çalışıldı. Hatta IŞİD Kobani’yi kana boyamadan önce ‘IŞİD, PYD için alan temizliyor, dış güçler, üst akıl ona bu görevi verdi, savaşmadan bıraktı’ analizleriyle birbirine karşı savaşan iki örgütü sanki müttefikmiş gibi göstermeye çalıştılar. Seçimlerdeki gibi bir nevi medya mühendisliği yapıldı ancak bu tutmadığı gibi Kürt tarafının IŞİD’in desteklendiği iddialarına dayanak olarak gösterilmesine sebep oldu.
O sık kullanılan ‘büyük resim’ tamlamasına göre bu tutum siyaseten ve diplomatik olarak ileriye dönük iyi bir adım olabilir. Burada ıskalanan şey ise bütün bu büyük planların ötesinde gündelik hayatta yaşanan idi. Başka bir deyişle sık sık kullanılan ‘sosyoloji’ meselesi. PYD’ye Türkiyeli Kürtlerden büyük bir katılım vardı ve iki yıldır neredeyse her gün cenazeler geliyor. Savaşmaya gitmeyenler ise son yılı neredeyse sınır boyunda geçirdi. Son katliamın yaşandığı bugünlerde yine yüzbinler sınırda. Suriye’deki diğer grupların zalim Esad’a karşı kendi kurdukları örgütlerin yönetiminde savaşmasını ve topraklarında söz sahibi olmasını destekleyenlerin konu Kürtlere gelince ‘tehlikeli’ bulması hatta bunu IŞİD’den tehlikeli bulmasını her gün yakınlarını kaybeden, sınırda günlerce bekleyen insanlara anlatmanız mümkün değil. O sınırın, dikenli tellerin yapaylığı bu son yaşananlardan sonra iyice ortaya çıktı. “Coğrafya kaderdir” ve bu ertelenen kader er ya da geç kendini gösterecek. Aktörü PKK veya PYD de olsa aslında bu masa başında çizilen sınırların ‘kadere’ dahil olmayışının tezahürü. Hem Kürtler arasında hem de devlete karşı tutumlarda çatışmalı dönemden daha büyük bir saflaşma yaşanıyorsa bu gündelik hayata düşen ateşin yakıcılığının görülmeyişinden kaynaklanıyor. Taziye evlerinden yükselen çığlıkları duyanı kendinden bildi insanlar. Ceylan öldürüldüğünde de aynı hükümet aynı asker vardı, o zaman bunu kabul edilemez bulanların Diyarbakır’ın ortasında patlayan bombalarla ölenlerin acısını hiç duymayıp ‘siyaseten’ ne alıp ne getireceği üzerinden değerlendirmesi gibi bu hayatiyetin ıskalandığının en bariz örneği. Diyarbakır’da Niğde’de yapılan saldırılar varken ‘IŞİD Türkiye’ye fiili olarak tehlike değil’ tezinin yanlışlığı da ortada.
Siyaseten ve medya üzerinden yürütülen algı yönetimi, iddialar, iftiralar gerçek değil; ama o yan yana mezarlara konulanlar gerçek, feryatlar gerçek. Vaktiyle Barzani’ye olan bakışa, yapılanlara, 90’lı yıllarda Kuzey Irak operasyonlarına öncülük yapan gazetecilere bakın ve şimdilerde ‘Suriye’ye girelim’ diyenlere bakın; tek fark aktörlerin değişmesi söylem aynı. 90’lı yıllarla ilgili anolojilere çok kızılıyor. Oysa 90’lar sadece bir yaşam değil bir ruh. Ve o ruhun ilk şartı ‘devletin insandan üstün görülmesi’ Motto bu olunca ruha bürünmek çok kolay. Siyaseten barış daha kârlı görünüyorsa barış; değilse savaş ne güne duruyor. Altlık hazır, milli süreç, milli sınırlar, milli çıkarlar. Ortada henüz fiili bir zarar yokken ‘elimizden geleni yapacağız’ ültimatomu seçimlerle ortaya çıkan ayrılık dalgasının derinleşmesinden başka bir duruma hizmet etmez. Daha önce de yazdım siyasi mühendisliğin sökmediği bir topluluktan bahsediyoruz. Türkiye kendi Kürtlerini ve tüm halklarını eşit yurttaşlık ilkesinde buluşturduktan sonra sınırlarının dışındaki oluşumların kendine tehlike olmayacağını görmeli. Hep denir ya sosyolojiyle savaşmayı bırakmalı, bence buna coğrafya ile savaşılmayacağını da eklemek gerekiyor.