Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni adli yıl açılış töreninde yaptığı konuşmadaki bazı bölümler bana Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın mahkemenin 61’inci kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmadan şu bölümü hatırlattı: “İlk anayasamız olan Kanun-i Esasî’deki ‘Mahkemeler her türlü müdahelâttan azadedir’ (mad. 86) hükmüyle yargı bağımsızlığı teminat altına alınmıştır. Meşrutiyet Dönemi’nde bu hükmün uygulamasını bizzat yaşayarak gören kişilerden biri Namık Kemal’dir. Ünlü şair, yazılarında devletin devamının ve halkın bahtiyar olmasının yolunun adaletten geçtiğini ifade eder. Örneğin bir şiirinde şöyle der: ‘Bulunmazsa adalet milletin efrâdı beyninde, Geçer bir gün zemîne arşa çıksa pâye-i devlet.’ Kısacası, adaletin olmadığı yerde devletin payesi veya gücü arşa çıksa bile bir gün yerle bir olur. Namık Kemal, adaletin sağlanmasının birinci şartının yargı bağımsızlığı ve hâkim teminatı olduğunu belirtmiştir. Ancak Namık Kemal, adaletin ve yargı bağımsızlığının aslında söylem değil bir eylem meselesi olduğunu tutuklu yargılandığı bir davada tecrübe etmiştir. Bunu ona öğretecek olan da birkaç yıl önce yazdığı mektupta kendisinden ‘nebbâş’ yani ‘mezar soyguncusu’ diye bahsettiği İstinaf Mahkemesi Başkanı Abdüllatif Suphi Paşa’dan başkası değildir. Duruşma yoğun bir ilgi altında gerçekleşir. Yapılan telkinlerin de etkisiyle, başta Namık Kemal olmak üzere hemen herkes mahkûmiyet kararı beklemektedir. Ancak beklenenin tersine, Namık Kemal’i hürriyetine kavuşturan bir karar verilmiştir. Mahkeme Başkanı Suphi Paşa, akşam evde kızı bu kararı verirken korkup korkmadığını sorduğunda, tüm zamanların hâkimlerine unutulmaz bir ders niteliğinde olan şu cevabı vermiştir: ‘Yarın Hünkârın da, benim de huzuruna çıkacağımız bir hâkim vardır ki, yalnız ondan korkarım!’”
“Bir toplumu bölmek ve kamplara ayırmak istiyorsanız, bunun en etkili yollarından biri, adalet sistemine olan inancı zayıflatmaktır” gibi cümleler, konuşmalarda çok şık ve etkili dursa da bizzat Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın işaret ettiği gibi; adaletin ve yargı bağımsızlığının aslında söylem değil bir eylem olduğunu tarihin bir çok dönemi gibi şimdi de sıklıkla deneyimliyoruz. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da törendeki konuşması yayınlanmayan Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Erinç Sağkan da konuşmasını yargı bağımsızlığı ile tarafsızlığının sağlanmasına, savunmanın güçlendirilmesi ve hukukun üstünlüğünün içselleştirilmesine ayırmıştı. Sağkan, hukuk alanında yaşanan sorunların ‘basit pansumanlarla giderilmesinin’ mümkün olmadığının altını çizdi. Yukarıda konuşmasından bir bölüm verdiğim Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan da her fırsatta özellikle de bireysel başvuru konusunu bu şekilde tarifliyor. Geçici çözümler yerine ‘kaynağı kurutma’nın önemine dikkat çekiyor. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurularla ilgili son bir-iki yılda yaşanan artış oranı, durumu zaten yeterince anlatıyor. Hukuk önünde eşitlik, suçun şahsiliği, masumiyet karinesi gibi temel konularda bile pratikte aynı tutumların yaşanmaması, yani söylem ile eylem arasındaki tutarsızlık adaletin tecelli etmesini engellemeye devam ediyor.
Adaletin tecellisi, toplumun adalete olan güveni; pratik ve uygulamalarla olduğu kadar tutumlarla da ilgili. Özellikle de hukuku uygulama sorumluluğu ve görevi olanların tutumlarıyla. Hz. Ali’ye atıfla sıklıkla kurulan “Devletin dini adalettir” düsturu ancak “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin” ayetine uymakla sağlanabilir. Bugün hukuk veya diğer konularda yaşadığımız sorunların, eşitsizliklerin sebebi Anayasamızın yeterince özgürlükçü veya sivil olmayışından öte; her dönem için makbul vatandaşlığın yeniden üretilmesi ve aşikâr olarak kabul edilmese de aslında gayet de içselleştirilen ‘öteki’ye adaletsizlik yapılabileceği düşüncesidir. Bireysel, toplumsal ve kamusal otoritede “öteki” olarak görülenin varlığı kabul edilmedikçe, hukuk, gücü eline geçirenin ‘sopa’sı haline dönmeye devam eder.
Moritanyalı filmi, 11 Eylül travmasının hem toplumun hem de onu yönetenlerin adalet duygusunu nasıl dönüştürdüğünü, Guantanamo hapishanesinde yıllarca işkence altında tutulan Moritanyalı Mohamedou Slahi’nin hikâyesinde anlatıyor. Filmde Slahi’yi savunan avukatı canlandıran Judie Foster, hükümeti temsil eden avukatın “Anladım savunma kutsal ama böyle bir suçluyu nasıl savunabilirsin” sözlerine, “Ben sadece onu savunmuyorum, hukuk kurallarını savunuyorum” cevabını veriyor. Montesquieu’nun ‘Bir tek kişiye yapılan haksızlık, bütün topluluğa yönelmiş bir tehdittir’ sözlerinin işaret ettiği de budur. Hukuk kurallarını amasız-fakatsız savunmak ve tabii onu herkes için eşit uygulatmak; adalete olan güvenin, dolayısıyla toplumsal barışın ilk adımı. Toplumları sözleşmelerden öte pratikler bir arada tutar çünkü…