Seçim sürecinin dolaylı gündemlerinden biri de 6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş depremleri oldu. Ölü sayısını bugün halen tam bilemediğimiz; ancak açıklanan resmi rakamlarla coğrafyanın gördüğü en büyük yıkımlardan olan depremin üzerinden yaklaşık beş ay geçti. İktidar hakikat eksiltmeyle depremle ilgili herhangi bir sorumluluğu kabul etmedi şimdiye kadar. Etmediği gibi muhalefeti suçladı. Seçim sürecinde de durum değişmedi. 60 günde yapılan hastane, seçim sonrasında depremzedelere hakaret eden muhalefet seçmeni, tepeden gelen ‘üzüldüm’ mesajı üzerine Kızılay Başkanı’nın istifasıyla konuyu kendi açısından kapattı. Acil kurtarma ve yardım faaliyetlerinde kritik saatlerin kaybedilmesi ve Kızılay’ın çadır satmasıyla ilgili tepkilere ‘şerefsiz, namussuz’ çıkışlarıyla başlayan tutum, deprem bölgesine yapılan ziyaretlerin ardından ilk günkü gecikmeler için ‘helallik’ istemekle sonuçlandığında; sorumluluğun hissedilmediği ve edilmeyeceği ortaya çıkmıştı aslında.
Peki gerçekten öyle mi; devletin sorumluluğu sadece afete müdahale ve sonrasındaki çözümleri mi kapsar? Ki sorumluluğunda görülen afet sonrası çalışmaların yapılıyor olmasını bile ‘lütuf’ gibi gösteren bir iktidar ve destekleyicisi aklı olduğu için öncesini hiç konuşamıyoruz. Defne Hastanesi’yle ilgili propagandalar, bölgeye giden gazetecilerin yazdıkları pazarlama soslu içerikler hepsi bu minvalde… Hastanenin hızlı bitirilmesinin övünme sebebi olmasını anlayalım hadi, o hastanenin niye yeniden yapıldığı, depremde niye yıkıldığı, yıkım sebebiyle yaşanan ölümler hiç konuşulmayacak mı?
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği’nin (MAZLUMDER) 6 Şubat depremleriyle ilgili geçtiğimiz hafta yayınlanan raporu tam da bu konuyu tartışmaya açıyor. Sadece müdahale olarak değil risk yönetimi bağlamında yapılması gerekenlerin sorumluluğunu da ortaya koyarak; insanın en temel hakkı olan ‘yaşama hakkı’ üzerinden değerlendiriyor yaşananları rapor.
Anayasa’nın 17’nci maddesindeki ‘yaşama hakkı’nın, taraf olduğumuz evrensel sözleşmeler ve yine Anayasa’nın 5’inci maddesinde yer alan devletin temel amaç ve görevleriyle ilgili sorumluluğun hatırlatıldığı raporda, devletin sadece kasten öldürmemekle değil aynı zamanda ihmal veya ağır kusurla yaşam hakkının ihlal edilmesi riskine yönelik etkin önlemleri almak ve denetimleri yapmakla yükümlü olduğu vurgulanıyor. İlgili mevzuat ve kanunlara geniş şekilde yer verilen raporda; bir alanın yerleşime açılması, inşaat izni alınması, yapının kullanıma başlanması dahil bütün süreçlerin devletin izin, onay, kontrol ve denetimine tabi olduğu, her aşamada devletin yetki, görev ve sorumluluğunun bulunduğu belirtilerek, “Deprem kuşağında bulunan bu coğrafyada, devletin bu riski dikkate alarak etkili tedbirler almış olması beklenir. Ancak Kahramanmaraş merkezli 11 ili ağır bir şekilde etkileyen deprem ile devletin deprem riskine karşı kentleşmeden yapılaşmaya kadar birçok hatalı uygulamaya gittiği görülmektedir. Bu hatalı uygulamalar sonucu on binlerce insan yaşamını yitirmiş, sakatlanmış, işsiz ve evsiz kalmıştır. Deprem riski taşıyan bölgelerde standartlara aykırı olarak yerleşme ve yapılaşma izni veren veya yerleşme ve yapılaşmaya göz yuman merkezi ve yerel otorite açıkça bu depremin bütün sonuçlarından sorumludur” deniliyor.
Cezai Sorumluluk
Rapor, yaşama hakkı sorumluluğunun ardından cezai sorumluluğun gerekliliğine vurgu yapıyor. Bu durum, sorumluluğun niye kabul edilmeyip helallik temennisiyle geçiştirildiğini de daha anlaşılır kılıyor. Cezai sorumluluğun da en baştan, yani diri fay hattının bulunduğu ve bilimsel olarak deprem riskinin yüksek olduğu, zeminin yerleşime elverişli olmadığı tespit edilen alanların imara açılmasında rolü olan, fen ve tekniğe aykırı olarak yüksek kata izin veren, imara aykırı yapılaşmaya göz yuman merkezi (bakanlık) veya yerel yönetimlerdeki (belediye) kamu görevlilerine ait olduğu belirtilen raporda; tüm süreçlerin bu yönüyle tekrar değerlendirilmesinin önemine vurgu yapılıyor. Yani deprem sonucu meydana gelen ölüm veya yaralanmalar nedeniyle bir alanın yerleşime açılmasından binanın planlanmasına, inşa edilmesine ve yıkılmasına, arama-kurtarma faaliyetlerine kadar yıkılan her bir bina yönünden tüm sürecin yargı makamlarınca titizlikle incelenmesi ve sorumluların tespit edilerek cezalandırılması gerekiyor.
Ama tabii bu sorumluluğu kabul eden bir iktidar yok. 17 Ağustos depreminin ardından devletin bu sorumluluklarını hatırlatarak iktidara gelen şimdinin yöneticileri; o günlerdeki devlet görevlileri gibi davrandılar başından beri. O günlerde eleştirdikleri tüm tutumları göstermekten imtina etmediler, etmiyorlar. MAZLUMDER, raporunda, şair-yazar Murathan Mungan’ın 17 Ağustos sonrasında asıl göçük altında kalanın devlet olduğunu belirttiği yazısına atıfta bulunuluyor. Mungan’ın söz konusu yazıda Goethe’den yaptığı “Tarihi anlamayan onu bir daha yaşamak zorundadır” cümlesi ve şu bölüm bugün için de geçerli: “Ölenler, modern bir devlette ‘yurttaş’ oldukları için değil, derin devlette ‘kul’ oldukları için öldüler. Onlara olan borcumuzu, arkası diğerleri kadar kuvvetli olmayan birkaç müteahhidi, linç figürü olarak kitle histerisine kurban vererek günahlarımızı ödeyemeyiz. Bütün sistemi sorgulamadan yapılan üstünkörü hesaplaşmalar, kimi ‘güçlü suçluları’ gözlerden sakladığı gibi, yenilerinin de ortaya çıkmasını engellemez.” Yaşama hakkına sahip çıkan yurttaş yerine kul olmayı ve yaşanılanların ‘fıtrat’ olduğunu kabul ettiğimiz sürece bu yazgı değişmez.