Vatandaşlığı Aileye, Oy Vermeyi Sadakate Bağlamak

7 Haziran 2015’ten bu yana seçimlerle ilgili sıkça kullanılan bir kavram var; nankör…  Sözlük anlamıyla nankör; iyilik bilmeyen, iyilikten anlamayanlar için kullanılan bir sıfat. Kendisine yapılan iyiliklerin kadrini, kıymetini ve değerini bilmeyenler için kullanılıyor; hem insanlar hem de hayvanlar için. Dini literatürde kavrama, inkâr etmek anlamı da eklendiği gibi şükrün karşıtı olarak da kullanılıyor. Bu yönüyle Allah’ın verdiği nimetler kadar zorlukların da birer imtihan olarak görülüp şükredilmesi gerektiği, aksi takdirde nankörlük yapılmış olacağı dile getirilir. Yine aynı şekilde insanların yaptığı iyiliklerin kadrini bilmeyen, Allah’a karşı da nankörlük yapmış olur.

Bu yazının konusu tabii ki nankörlük kavramını uzun uzadıya anlatmak değil. Ama son yıllarda gayet de dünyevi bir eylem olan oy verme davranışının bu kavram üzerinden ele alınması tesadüf değil. Aksine daha önce denenmiş ve başarıya ulaşmış bir inşanın, siyasi mühendislik çabasının izleri var. Bireysel, ailevi ve dini ilişkiler için geçerli olan bu kavramın seçimlerle ilgili kullanılmasının sebebi AK Parti iktidarının yola çıkarken sıkça eleştirdiği ‘makbul vatandaşlık’lığın yeni bir tasavvurunu oluşturması. Bu ilişki de tabii önceki gibi yurttaşlık ilişkisinden çok ‘aile’ ilişkisi olarak inşa ediliyor. Haliyle ailenin, reisinin kıymetini bilmeyen (yani oyuyla desteklemeyen) nankörlük etmiş oluyor. 

“Ailevi Vatandaşlık”

Nükhet Sirman’ın ‘ailevi vatandaşlık’ kavramı, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kurucu misyon için çok önemli bir anahtar. İmparatorluktan ulus devlete geçerken; yeni kimlik inşasını etkin kılmak, aidiyet ve tabii devletin egemenliğinin sağlanması için bulunan formül; ulus devletin bir aile olarak konumlanması olmuştu. Yani toplumdaki bireylerin birbirleriyle ve devletle olan ilişkileri yurttaşlık bağlamından öte; yeni, büyük ve mutlu bir aile üzerine inşa edilmişti. Tabii bu ailenin içinde yer almak; hiyerarşi ve itaati gerektiren bir durumdu ve makbul vatandaş kimlikleri, tanımları oluşturulmuştu. Dönem dönem bu makbul vatandaş kimliği değişti, dönüştü. İktidardakilerin ideolojilerine, dünya görüşlerine göre genişledi ya da daraltıldı. AK Parti bazı durumlarda dayatmaya da dönen bu makbul vatandaş kategorilerine karşı çıktığı için büyük bir teveccüh gördü.

Ancak zamanla vatandaşların birbirleriyle ya da devletle olan ilişkilerinin yurttaşlık bağı üzerinden olmasının sakıncalarını, özellikle de güç kaybetmeye başladığında hissetmeye başlayınca iş değişti. O yüzden bir yandan yeni bir makbul vatandaş kimliği oluşturulurken, kurucu olan Erdoğan’ı bir baba, partiyi de bir aile olarak konumlandıran ve temel bağı da din olan yeni bir aile çatısı oluşturuldu. Dava kavramıyla oluşturulan yapıda aileyi oluşturan temel kişiler güç ve irade olarak büyürken, karşısında ise varlığını yeni alan açısına adayan bir ‘çocuklar’ grubu oluştu. Olabildiğince de öncekine benzetilmeye çalışıldı tabii bu yeni kurucu Baba. Bu bağı güçlendiren motivasyon dava olarak tanımlansa da ikbal hikâyeleri ile ötekine karşı duyulan nefret, kazanımları kaybetme korkusu asıl taşıyıcı güç oldu. O yüzden de son yıllarda sıkça nankör kavramını duymaya başladık. Oy veren vatandaş makbul, vermeyen ise nankör oldu. Tabii en çok da dindar kesimlerin maddi ve kamusal haklar alanındaki kazanımlarıyla bu şükür dairesinde kalması bekleniyor; kalmadıklarında haklarında ‘nankör muhafazakârlar’ yazıları döşenebiliyor.

“Mevsimlik Vatanseverlik”

İktidarın makbul vatandaşlık tanımının en son durağı; yerli-milli kavramsallaştırması oldu. Bu kavramla toplumun farklı kesimleri, mesafelendikleri için ‘terörist-hain’ damgası yedikleri gibi; iktidarın yanında konumlandıkları anda bu yaftalardan rahatlıkla sıyrılabildiler. Mansur Yavaş bunu geçtiğimiz günlerde çok veciz bir şekilde ‘mevsimlik vatanseverlik’ olarak şöyle nitelendiriyordu; “Her seçim, kendileri gibi düşünmeyen; terörist. Hiçbir kusur bunların üstüne konmuyor. Pahalılık var, pazarcılar terörist; pahalılık var, soğancılar terörist. Terörist diye diye toplumun yarısını terörist diye itham ettiler.”

Cumhurbaşkanı 14 Mayıs seçimleri için partisinin beyannamesini açıklarken; “Milletimizi, tüm renkleriyle kucaklamayı, farklılıklarımızı zenginliğimiz görmeyi, temel hakları ve özgürlükleri lütuf değil asli müktesep kabul etmeyi sürdüreceğiz” dese de pratikte öyle olmadığını yine bizzat Cumhurbaşkanı’nın söylemlerinden biliyoruz. Misal 2018 seçimlerinde; yine dini bir terminolojiye yaslanarak, “Oyumu cumhurbaşkanına vereceğim ama parlamentoda AK Parti’ye vermeyeceğim diyen münafıkları yere gömeceğiz” demişti.

Münafık, nankör, abdesti bozulmuş, CHP’ye oy vereceği için imanı eksilen ve daha birçok dini tanımlama, söylem üzerinden el yükseltmelerin olduğu bir seçim sürecindeyiz yine. Gayet dünyevi olan seçim mevzusunu, oy verme ilişkisini, ‘kulluk’, ‘tebaa’, ‘iman’ gibi dini kavramlarla konuştuğumuz diskurdan çıkarıp yurttaşlık eksenine taşımalıyız. Çünkü nihayetinde vatandaş oyuyla, desteğiyle, hayatını kolaylaştıracak yönetimler seçiyor, onlara siyasi ve ekonomik kazanımlar elde ettirmiş oluyor; günün sonunda farklı davrandığında ‘hayırsız evlat’ muamelesine veya dinden çıkmış gibi görülmesine gerek yok. Umarım 14 Mayıs seçimleri; mütedeyyinler dahil herkes için hamasi, dini söylevlere, ajitasyonlara gerek duyulmadan devletle olan ilişkiyi aile üzerinden değil yurttaşlık bağı üzerinden konuşacağımız günlerin başlayacağı bir ortama ulaşmamızı sağlar…

Site Footer