İktidar tavan ve tabanının özellikle kriz zamanlarında sıkça sarıldığı metafordur; “hepimiz aynı gemideyiz”… Kader ortaklığına işaret etmek için kullanılsa da tam tersi anlama gelen bir metafor; gemi… Çünkü hep arada katların, hiyerarşilerin olduğu bir yapı… İşler iyi giderken de kastlar vardır bu yolculukta, batma tehlikesiyle karşı karşıya kalındığında da… Ekonomik krizin yükü artarken, zikredilen ‘büyüme fotoğrafları’nın aksine eşitsizliklerin her geçen gün derinleştirdiğini daha önce yazmıştım.
Aynı gemide olmak ekonomik olarak bizi eşitlemediği gibi, hukuk önündeki eşitliğin giderek sarsıldığı günlerdeyiz. Bir diğer eşit olmadığımız konu da kamusal özgürlüklerimiz… Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı “Her grubun protesto hakkı vardır” dese de uzun zamandır toplumun bazı kesimlerinin protesto hakkı da yok, gösteri ve yürüyüş hakkı da… Kimilerinin bu hakkı kullanabilmesi için kamunun imkânları seferber edilip alan açılırken; kimileri için de meydanlar uzun sürelerdir yasak ve polisin müdahalesiyle gözaltılarla, kötü muameleyle sonuçlanıyor. Bu müdahalelerle ilgili cezasızlık mekanizmaları işletiliyor, Kemal Kurkut davası başlı başına yeter örneklik için… Öte yandan bazı illerde iki haftada bir alınan yasak kararlarıyla adı konulmamış OHAL dönemi şartları hâkim.
Bakan’ın ‘protesto’ olarak kavramsallaştırdığı, toplantı, gösteri yürüyüşü ve örgütlenme hakkının hem Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelerde hem de Anayasa’da düzenlenen temel hak ve hürriyetler arasında olduğunu hatırlatayım öncelikle. Temel haklar olarak anayasal güvence altına alınan, kullanımıyla ilgili yasaların oluştuğu kamusal özgürlükler bunlar. Ülkemizin kurucu üyesi olduğu AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı), devletin barışçıl toplantıları kolaylaştırma ve koruma konusundaki pozitif yükümlülüğünü; bu özgürlüğün pratikte kullanılmasını ve gereksiz bürokratik engellere tabi olmamasını sağlamak için yeterli mekanizma ve prosedürleri tesis etmek olarak düzenler. Anayasa hakkın kullanımını izin veya prosedür gerekliliğini esas kılmadan güvence altına alırken, yasalarla buna “millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” gibi sınırlamalar getirilmiş. “Genel ahlak” tanımı muğlaklık içerdiği için hakkın kullanılması keyfi kararlarla en baştan işletilemez hale geliyor.
İnsan hakları kurumlarının yaptığı izlemeler, toplantı, gösteri yürüyüşü hakkının çok ciddi bir şekilde engellendiğini ortaya koyuyor. Konserlerin bile il-ilçe yönetimleri tarafından yasaklandığı, iptal edildiği bir vasatta şaşırtıcı değil tabii bu manzara. 1 Mayıs, 8 Mart ve daha birçok gelenekselleşmiş yürüyüş ve gösteriye izin verilmediğini, toplananlara da sert müdahalelerin yapıldığını vurgulamaya gerek yok. Siyasi parti faaliyetlerinin, mitinglerin engellenmelerle karşılandığı, meydanların yasaklandığını görüyoruz. 1995 yılından bu yana Galatasaray’da toplanan Cumartesi Anneleri’ne birkaç yıldır meydan kapatılmış durumda. Yapılan gösteriler gözaltıyla, davalarla sonuçlanıyor. Ve geçtiğimiz günlerde açılan davalarla ilgili açıklamada da çok sert müdahalelerle gözaltına alınanlar oldu. Sol Parti Lideri Alper Taş bunlardan biriydi. Taş, aynı gün sabah saatlerinde İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Kartal’da görülen davası öncesinde de yoğun güvenlik önlemleri alındığı ve destek gösterisine izin verilmediğiyle ilgili bir tweet atmıştı. Sonrasında uğradığı kabul edilemez müdahale sonrası gözaltıyla gündeme geldi. Aynı görüntüleri Furkan Vakfı mensuplarının gösterilerinde de sık sık gördük. Örnekleri uzatmak çok kolay, vali ve kaymakamlıkların web siteleri yasaklanan gösterilerle dolu…
Aktör Değişti Senaryo Ağırlaştı
Erdoğan’ın “Bizde yasak değil özgürlük devri başlar. İnançlardan tutun fikir ve düşünce hürriyetine, yaşama hakkına kadar. Ve bu en ideal şekliyle bizim getireceğimiz düzende var. Bu zulüm düzenini, bu kölelik düzenini değiştirmek için geliyoruz. Bizimle sadece aktörler değişmeyecek senaryo da değişecek” sözlerini hatırlarsak, aktörlerin değiştiği ama senaryonun aynı kaldığı hatta daha da korkutucu hale geldiği bir durumdayız.
En temel hakları kullanmada bile toplum olarak eşit olmayışımız daha çok pandemi döneminde tartışılır oldu. Sivil toplum kurumlarının genel kurulları ertelenirken, iktidar partisinin büyük katılımla yaptığı mitingler çok konuşuldu. Ama bunun öncesi de var. Gezi olayları sırasında, üstelik üniversite sınavlarının yapıldığı günlerde metroların, otobüslerin çalıştırılmadığı günlerde, miting için İstanbul’un iki yakasında gemilerle Kazlıçeşme’ye taşınmıştı insanlar. Yine aynı günlerde düzenlenen Mavi Marmara anmasında yürüyüşe izin verildiği gibi, sağlık ve lojistik alanda kamu kurumları katılımcılar için seferber edilmişti. Diyarbakır’da haklı olarak aylardır çocukları için oturma eylemi yapan annelere verilen desteği de bunun içinde saymak mümkün. Çözüm sürecinde en çok dillendirilen slogan ‘anneler ağlamasın’dı hatırlarsınız. Anneliğin bu kadar yüceltildiği bir ortamdan, annelerin karşı karşıya getirildiğini ve her konuda olduğu gibi makbul anneliğin de bizzat kamu eliyle inşa edildiğini görüyoruz.
Ahlak ve Hukuk Ayrımı
RTÜK’ün kamu spotu desteği verdiği Fikirde Birlik ve Mücadele Platformu’nun Saraçhane’de yaptığı yürüyüş de buna dahil. Kamunun temel hakların kullanımında oluşturduğu bu eşitsizlik, toplumsal kesimlerin birbirine karşı mesafelenmesine, nefret ve korkunun artmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramıyor. Yürüyüşü düzenleyenler ısrarla sivilliğine vurgu yapsa da milliyetçi-muhafazakâr kesimler, tıpkı Kemalist kesimlerin vaktiyle yaptığı gibi uzun süredir devleti kendi yaşam tarzının ve intikamının aracısı yapıyor. Bunu konser-etkinlik iptallerinden, yargılama-cezaeviyle sonuçlanan tepkisellikten, ‘medeni ölümlerin’ içselleştirilmesinden, sosyal medyada hoşa gitmeyen her içeriğin-kullanıcının emniyete iletilmesinden görüyoruz. Kamunun eşitsiz tutumu, hukuk ve ahlak ayrımlarını da ortadan kaldırıyor. Ahlakın etik ve evrensel bir tarafı olsa da her topluluk için ayrı işleyebilen bir durum; hukuk ise herkes için eşit işlemek zorunda ve sözleşmelerle sabit. Ayrımın ortadan kalkması bir kısım için gayri ahlaki bulunanın ‘suçmuş’ gibi cezayla sonuçlanmasına sebep oluyor. Ve bu tabii çoğunluğun tahakkümüne dönüyor. İktidar ve çeperindekiler için şu an bir sorun oluşturmasa da tersi durumda onları da içine çekecek bir girdap bu…