“Geçen yıl selde yıkılan caminin yerine yapılan cami yine selde yıkıldı.” Bu cümledeki camiyi çıkarın, okul, ev, köprü ve daha birçok yapı koyun. İlçe, il mühim değil; çünkü Karadeniz hattı başta olmak üzere tüm bölgelerde aynı durum deneyimleniyor. Geçtiğimiz yıl büyük can kayıpları yaşandığı halde durumun devam etmesi, dere yataklarındaki yerleşimin sürmesi ise bıktırıcı bir dejavu duygusu…
İşin kötüsü uzmanların yıllardır gündeme getirdiği ‘kriz değil risk yönetimi’ bakışının hiç gündem olmaması… Tüm afetler gibi bu sellerin de ‘krize zamanında müdahale eden yönetim’ övünüleriyle silikleştirilmesine ise zaten diyecek bir şey bulmak mümkün değil… Afet dönemlerinde gazetecilik, vatandaşların yaşadığı sorunlara, geri getirilemeyecek kayıplara, travmalara değil; ‘bölgeye çok hızlı, çok etkin müdahale eden ve afet boyunca bölgeyi terk etmeyen sarı çizmeli’ bakanlara, yöneticilere odaklanıyor. Tabii bir de kendilerinin de aynı şartlarda nasıl bir fedakârlık örneği göstererek çalıştıklarına!
Sokak röportajında veya mikrofon uzatılan bir uzmanın konunun ihmal boyutuyla, selin insan eliyle afete dönüşmesiyle ilgili değerlendirilmeleri de hemen aynı övünülerle bertaraf ediliyor. Haklarını yemeyelim fikri takip (!) için selin izlerinin silindiği fotoğrafları (geçici makyaj ve çözümlerden oluşması kimsenin umurunda değil nasıl olsa) öncesi/sonrası olarak paylaşıp bu konuda da yine gerekli övünüyü yaptıktan sonra sel gündemi kapanıyor. Bir sonraki sele kadar…
Kastamonu’nun Bozkurt ilçesi başta olmak üzere birçok bölgede geçen yıl yaşanan büyük felaketlerdeki can kayıpları; hep aynı tutumlarla, aynı hakikati eksiltme çabalarıyla gündemleşti ve arkada bırakıldı. Bozkurt’taki selden birkaç ay sonra yapılan haberlerde ilçenin yeniden kurulduğu, selin tüm izlerinin silindiği ve yeniden yaşanmaması için tüm önlemlerin alındığı yazılıyordu. ‘Tüm bakanlıklar ilçenin inşası için seferber oldu’ değerlendirmeleri yer alıyordu yine bu haberlerde. Devletin alicenaplığı, ‘Daha güzel Bozkurt’ güzellemeleri birbiri ardına sıralanıyordu. Ancak aynı felaketin tekrar yaşandığı bu günlerde durumun böyle olmadığını hatta alınması gereken önlemlerin ‘ekonomik kriz’ yüzünden alınamadığını yine aynı yetkili isimlerden duyuyoruz.
Yerli-milli edebiyatının hiç bitmediği bir ülkede; yapılan yeni yol, köprü, binaların bir sonraki selde yıkılıyor olmasının maliyetinin hiç hesap edilmemesinin, kaynakların heba edilmesinin, bu inşaat faaliyetlerinin sadece müteahhitlere yaramasının ekonomik kriz bu kadar artmışken hiç dert edilmeyişini anlayabilmek mümkün değil. ÇED raporlarının dikkate alınmamasının, kontrol mekanizmalarının işletilmemesinin, seçim rantlarıyla kaçak yapılaşmaya alan açılmasının felaketin boyutlarını artırdığı durumları ‘afete hızlı müdahale’ avunularıyla geçiştirmek de keza öyle… Madenlere açılan ormanların, HES’ler için delik deşik edilen Karadeniz’in, siyanür karışan nehirlerin, yeraltı sularının ve daha nice çevresel felaketin maliyetinin de hiç önemsenmediği bir yerlilik! Afetlerdeki ihmal boyutunu, yönetim zafiyetini, çeyrek asırlık sorumluluğu katarak konuşmak yerine son üç yıla sığdırma konforu… Ve tabii dere yataklarında ‘kaçak’ yapılaşan vatandaşı sorumlu tutarak meseleyi geçiştirme…
Sel tehlikesi olan yerlerdeki binaların subasman seviyesinin 100 yıllık taşkın su seviyesine göre belirlenmesinin öneminden bahsediyor uzmanlar kalıcı çözüm için. Bu bilgi bana, sellerin kadınların gündelik hayatına etkilerine odaklanan ‘Selin Ardı Kadın’ belgeseli sırasında Akçakoca’nın Esmahanım köyünde yaptığımız görüşmeyi hatırlattı. Görüştüğümüz kadınlardan biri, dedesinin bölgede 70-80 yıl öncesindeki sellerle ilgili anekdotlar anlattığını, bu sebeple de evi dere yatağından çok yüksekte bir yerde inşa ettirdiğini söylemişti. Aynı ailenin yeni kuşakları ise ıslah (!) edilen derenin hemen kenarında çok da güzel bir ev inşa etmiş ama sele kapılıp gitmişti yeni ev. Dedenin evini ise hiç su basmamıştı… Bu coğrafya bilgisi, hafızası yeni kuşaklara aktarılamadı. Aktarılsa da ne duyacak bir toplum var ne de duyulmasını sağlayacak bir yönetim anlayışı. ‘Dere manzaralı ev” ilanları ile her durumda kazananın inşaat sektörü olduğunu söylemeye gerek bile yok. İlk heyelanda yıkılan yolun ihalesinin yine aynı firmaya verildiği bir ülke burası ne de olsa.
İklim Krizi Boyutu
İklim krizi hep kuraklık üzerinden ele alınıyor. Ancak bazı bölgelerde özellikle de yaz aylarındaki yoğun dolu, yağmur yağışı ve sel baskınları da krize dahil. Yukarıda bahsettiğim belgesel için Düzce ve Adana’da görüşmeler yaparken, sellerle ilgili sıklıkla duyduğumuz ‘Yıllardır böyle bir yağmur yağmamıştı’, ‘Hiç böyle yağmur görmedik’ cümleleri tam da bu krizin yansımasının izleri…
Meteorolojik gözlemler, Türkiye’de fırtına ve sel/aşırı yağış ile don sayısının giderek arttığını ortaya koyuyor. Sellerin bu boyutu henüz hiç konuşulmuyor. Dere yataklarındaki yerleşim, bireysel tutumlar üzerinden değerlendiriliyor. Son yılların kalkınma politikasının hem doğal alanlara hem de şehir alanlarına etkileri hep göz ardı ediliyor. Sellerin artışındaki iklim krizi boyutu, maliyetleri artıran ihmaller, kayıpları önleyecek çözümler sadece akut zamanlarda değil tüm süreçlerde gündemde tutulmalı. Avrupa başta olmak üzere dünyadaki birçok ülkede şehirlerin altyapısının iklim krizi göz önüne alınarak gözden geçirilmesi için projeler üretildiğini görüyoruz. Özellikle kıyı ve kanal kentleri için bu hazırlıklar seferberlik boyutunda. Ancak sadece kıyı boyundakilerin değil tüm şehirlerin altyapılarının iklim krizi dikkate alınarak gözden geçirilmesi, iyileştirilmesi bu bağlamda hayatiyet taşıyor. Son yıllarda iyice betonlaştırılmış ve yaz yağışı almadığı düşünülen şehirlerin altyapısının bu yönüyle değerlendirilmesi ise elzem.