Siyaset bilimci yazar Hasan Aksakal, ‘Türk Muhafazakarlığı’ kitabında, muhafazakarlığın tarihsel sürecini ve Ak Parti’yle dönüşen halini, ‘terennüm-tereddüt-tahakküm- kavramlarıyla anlatır. Aksakal bir söyleşisinde, bu kavramlar üzerinden yapı söküme uğrattığı Türk Muhafazakarlığı’nın serancamında “Türkiye’de gevşeyen, esneyen sosyal-siyasal yapıdaki belli boşlukları doğru değerlendirerek olgunlaşan “yeni muhafazakârlık”tan ve bunun yıkıcılığından da söz ediyor. O’na göre, ‘kendine muhayyel bir geçmiş ve hesaplaşlaşma’, ‘tarih inşacılığından kişi kültü yaratmaya’, “kapitalizme karşı uysallaştırılmış bir din anlayışı’ bu yeni muhafakar gündemin vitrinini oluşturuyor. “Terennüm, tereddüt, tahakküm’ kavramsallaştırmasına; kriz dönemlerinde kullanışlı bir taktik olduğu sıklıkla test edilen ‘mağduriyet’, ‘helal-haram’ siyaseti ve ‘keramet, hamaset, hakaret’ üçlüsü de eklenebilir. Geçtiğimiz haftalardan iki bireysel tutum ile ekonomik kriz etrafındaki tartışmalarda yükselen dini terminoloji kullanımı bahsedilen duruma anlamlı örneklikler sunuyor.
Bireysel örneklerden başlayayım; İlki, Yusuf Özoğul… AK Parti Genel Merkez Gençlik Kolları Genel Başkan Danışmanı… Kamuoyu onunla yerel seçimler öncesi parti broşürü dağıtırken kendini ‘Türk milliyetçisi’ olarak tanıtan bir kadın tarafından aşağılandığı videoyla tanıdı. Ardından parti yöneticileri onu bağırlarına bastı; sabrına, ‘mahçup ama onurlu tavrına’ atıflar yapıldı, bunun mücadeleyi büyüttüğü ve aidiyet olarak partiye çok uyduğu vurgulandı. Sonrasında da gençlik kollarına danışman yapılmış Yusuf. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada yeniden gündem oldu Yusuf Özoğul, bu kez yazıp sildiği bir twitle… Ekonomik sıkıntılara karşı sokak çağrısının konuşulduğu günlerdi bu ve Yusuf’un sonradan sildiği twit, sokağa çıkacaklara 15 Temmuz göndermeli bir tehdit içeriyordu.
Bir diğer çok konuşulan AK Partili ise Mücahit Birinci. Ona göre, küresel bir çetenin hedefine konulmuştu. Bu gündem oluş da yine ekonomik kriz kaynaklı idi, krizle ilgili yazdıklarına ‘pahalı-markalı’ atkısı konu edilmişti. Yusuf’un dönüşümüyle ilgili yorumlara gelen tepkiler de, Birinci’nin konuyla ilgili değerlendirmesi de muhafazakarlığın gücü eline aldığında bile halen kendini ‘öteki’, ‘öz yurdunda parya’ olarak kodlaması üzerinden oldu;
Biz kimiz de o atkıyı takabiliyoruz dimi… Mütedeyyinler, maneviyata sahip insanlar kim ki… Dünyanın meşru nimetlerinden tek, azınlık ama egemen düşüncenin kurşun askerleri faydalanır. Bu azgın azınlığa göre biz, ‘Bizimkiler’ dizisindeki kapıcılarız.
Aşınan, Ayrılan Yollar…
Oysa burada tartışılan ‘dünyanın meşru nimetleri’ olarak kodlanan ‘atkı kullanımı’ değil, topluma ayet ve hadislerle yapılan yoksulluğu normalleştirmenin çelişkisi, halden anlamama yetmezmiş gibi yaşananı basitleştirme çabasıydı. Vaktiyle Alev Alatlı’nın çok severek kullandıkları ‘her yasal olan hak, helal değildir’den ilhamla ‘her meşru olan helal değildir’ durumuydu aslında. Yusuf’un güçlenince girdiği yol ile, Mücahit’in bireysel hayatındaki açmazlarını toplumsallık, grup aidiyeti üzerinden yaşanan mağduriyet olarak göstermesi hep aynı inşanın tezahürleri…
Bu noktada, dönemin İstanbul İl Başkanı olan Aziz Babuşçu’nun 2013 yılında yaptığı konuşmasından şu satırları hatırlayalım; “10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Çünkü bu geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. ”
Bu konuşmanın ardından gelen dönem, Aksakal’ın bahsettiği yeni muhafazakarlığa dair çok iyi örnekler sunuyor. İktidara bir yandan yedi düvele kök söktüren bir güç atfediliyor bir yandan sürekli mağdur ve mazlumluktan dem vuruluyor. Ekonomik, toplumsal, diplomatik, kültürel her konuda bu makas aşağı yukarı aynı şekilde… Bi bakıyoruz ‘Almanya bizi kıskanıyor’ bir bakıyoruz asgari ücretle ilgili karşılaştırma üçüncü dünya ülkelerinden gelmiş. Bir yandan ‘itibardan tasarruf olmaz’ diyerek ultra pahalı markalı akseseuarlar, yaşam şekilleri meşrulaştırılıyor bir yandan da sürekli bir zühd vurgusu. Şehrin varoşlarında zar zor geçinenlerin, saltanatvari yaşam içinde olan tavan ve çeperindekiler için ‘kurtuluş destanı’ mühendislikleriyle sürekli dua ettiği, varlığını adadığı bir sosyolojik zemin inşa edildi. Dünyevileşmenin kıyasıya sürdüğü ama bir yandan da varaklı, hatlı aksesuarların gölgeleri, tarihi bugünden kuran popüler kültür üretimleriyle maneviyatın sonsuzlaştığı hissi oluşturulan bir dünya…
‘Kimler Kimlerle Yürüyor’
Babuşçu kendileriyle yürüyenlere işaret etse de parti de birlikte yürüme noktasında çok zigzaklı. Yirmi yılı aşkın iktidarın birlikte yürürken göklere çıkardığı, eleştirilemez kıldığı, güçlendirdiği; yollar ayrılırken de ‘terör ve ihanet’ skalalarına koyduğu onlarca ittifak, güç, grup oldu. Dini gruplar, cemaatler de buna dahil. Bu yolu birlikte yürüyemeyen her gruptan insan olduğu gibi her halükarda yürüyecek, bunun için tevili siyaset edinmiş, İslamcı, liberal, milliyetçi ve daha bir çok klik de hep olacak. Bunların adına ‘birlikte yürüme’ deseler de aslında birbirleriyle iktidar mücadelesi sürüyor. Yukarıda da belirttiğim gibi iktidarın özellikle kriz zamanlarında yaslandığı ise en çok da maneviyatçılık, mukasedatçılık soslu İslamcılık oluyor. Çünkü bu, muhafazakarlığın uzun süredir üzerine inşa edilmeye çalışıldığı ‘öz yurdunda garipsin’ motosu için uygun bir zemin. Geçtiğimiz günlerde İslamcı bir sosyolog, partinin milliyetçiliğe kayışının hiç eleştirilmediğini oysa İslamcı olmadığı halde bundan dolayı eleştirilmesinin yersizliğinden yakınıyordu.
Bunda uzun süredir hem partinin tavanı hem de iktidarın yürütücüsü konumundaki cemaatsel yapıların, kanaat önderlerinin eski dönemlerde ayetlerin mızrakların ucunda taşınması gibi sürekli dini terminolojiyi klavye ve dillerinde taşımalarının etkisi var kuşkusuz.
Ekonomik krizle ilgili son haftalarda hem partililerin hem de devlet yöneticilerinin tavrı ise yukarıda belirttiğim ‘hamaset-keramet-hakaret’ kavramı etrafında birleşiyor. Toplumun yukarıda bahsettiğim muhafazakar kodlarına seslenerek durumu geçiştirmek, normalleştirmek, hamaset edebiyatıyla bu kez de ekonomi için ‘kurtuluş savaşına’ çağırmak, keramet anlatılarıyla ikna-rıza gücünü zorlamak, ikna olmayanlara da iç-dış mihrak hakaretleri… Uzun yıllar süren toplumsal mühendisliğe, milli ve yerlileştirilen (!) medyanın hakikat bükücülüğünü de eklersek; ortada sorun yok, durup dururken krizden şikayet eden nankörler var. Ancak haram-helal siyasetine Cübbeli Ahmet Hoca’dan ‘nas’ tepkisi geldiğini düşünürsek, bu kez kullanışlı taktiğin de yetmeyeceği bir krizle karşı karşıya olunduğunun da görülmesi gerek.