Medya, Sorunlar ve Çatışma Çözümü…

Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (DPI) düzenlediği “Medyanın Çatışma Çözümündeki Rolünü Yeniden Düşünmek” başlıklı toplantıda dinlediğimiz ve çatışmalı yıllarda The Guardian’ın İrlanda muhabiri olan Owen Bowcott, “güvenlik-terör yaklaşımlarıyla seçmeni korkutarak kendine sadık kılmanın siyasilerin işine geldiğini” belirterek gazetecilerin bu döngünün dışına çıkabilecek, toplumsal sorunlara işaret eden ve çözüm odaklı bir habercilik yapmasının önemine vurgu yaptı.

Bu yaklaşım bizim de pek uzak olmadığımız bir konu ama yaklaşımın dışına çıkabilmek o kadar da kolay değil. Türkiye’de medyanın her dönem idari ve yapısal sorunları oldu. Sahiplik yapısı, medya tekelleri ve bu tekellerin devlet gücüyle el değiştirmesi ile ifade ve haber alma özgürlüğü etrafındaki baskılar işin boyutunu daha da arttırdı.

Geldiğimiz noktada habercilik ve toplumun sorunlarını görünür kılma işlevi dışında her şeyi yapan bir ana akım medya var. Eski dönemlerde medyanın tüm sorunlarına rağmen bazen bir ekibin kararlılığı, bazen yeni açılmış bir mecra, bazen de alanında uzmanlaşmış bir muhabir kısa süreli de olsa gerçek anlamda habercilik yapılmasını sağlıyordu. Artık buna da imkân yok. Köşe yazarlarının gerçekleri, yaşananları dile getirme serbestisi bile istenerek teslim olunan bir körleşme haline dönüştü.

Gazetecilik artık yaşananların değil de gösterilmek istenenin yer bulduğu, siyaset mühendisliklerine hizmet eden bir altlık hazırlama becerisine dönüştü. Yaşanan tahribata karşı başlatılan ve genel olarak “alternatif medya” kavramıyla özdeşleşen girişimler boşluğu biraz kapatsa da uzmanlaşma, tarafsızlık, dil ve üslup sorunlarını düşünürsek yankı odalarının dışına seslenebilen habercilik yapabilmek giderek zorlaşıyor.

Medyanın Çatışma Çözümündeki Rolü Yerine Getirmesi

Ana akım medyanın gazetecilik faaliyetinden çok “halkla ilişkiler/pazarlama” alanlarında çalıştığı, “alternatif medya”nın tarafsızlık ilkesini çoğu zaman dikkate almadığı, toplumun da gazetecilikten çok “aktivistlik” beklediği bir ortamda toplumsal sorun ve çatışmaların giderilmesinde medyanın üstüne düşen rolü yerine getirmesini beklemek zor. Diğer yandan idealde medyanın tüm sorunlarda olduğu gibi çatışma çözümünde önemli bir rolü üstlenebileceği dünya örnekliğinde yaşanıyor. Bu kimi zaman tam tersine de yol açabiliyor; çatışma çözümünü içinden çıkılmaz hale getirme, tarafların müzakere süreçlerinin kabulü için zorlanması gibi.

Çözüm sürecindeki deneyimimize baktığımızda medyanın genel olarak süreci destekler bir tavırda olduğunu söylemek mümkün. Ama sürecin ülkeye has olması gibi medyanın tutumu da yine ülke pratiklerine göre oldu. Genel itibariyle çatışma çözümlerinde taraflar sadece alanlarda değil, zihinlerde de hakimiyet kurmayı önemsediği için süreç boyunca medya üzerinden kamuoyunun bilgilendirilmesi için çaba gösterir.

Türkiye’de ise süreç; taraflar ve aktörler arasında, özellikle de liderlerin karizması etrafında şekillendi. Hem bilgi akışının yeterli olmaması hem de medyanın da zaten bu konuda bir talebinin olmaması yüzünden süreç tarafların halkla ilişkiler faaliyetine dönüştü ve çoğu zaman da magazinleştirildi. Yani hem konumlanma da hem de içerik olarak diyaloğu güçlendirme, dinleme, anlama imkânı veren bir habercilik pratiğinden, derinlikli bir tutumdan bahsetmek zor.

Barışın toplumsallaşması, meselenin açtığı toplumsal yaraların çözümü konusunda ve süreçte yaşanan sorunlarla ilgili eleştirel bir tutum sergilenemedi. Sergileyenler de süreç karşıtı suçlamalarıyla tepki gösterildi. Medyadaki bu içselleşmeyen tutum, tarafların süreçten çekilmesiyle birlikte o eski kutuplaştırıcı dile yaslanma noktasında hiç tereddüt etmedi.

Ancak yine de geçmişi ve bugünleri düşünürsek medyanın Kürt meselesine en açık olduğu dönemin çözüm süreci olduğunu söylemek mümkün. Diyarbakır merkezli Rawest Araştırma’nın Dicle Toplumsal araştırmalar Merkezi (DİTAM) için yürüttüğü “Kürtlerin Türkiye Medya Algısı Araştırması”nın ön bulguları da bunu destekliyor. Diyarbakır, Van, Şanlıurfa ve Mardin’de 600 kişiyle yapılan araştırma kapsamındaki “Çözüm sürecinde Türkiye medyasında Kürtlerden bilhassa kimlik tanıma bağlamında eskisinden daha olumlu bir dille mi söz ediliyordu” sorusuna yüzde 74 evet, yüzde 14 hayır yanıtı verilmiş. Yine bulgulara göre araştırmaya katılanların büyük çoğunluğu ana akım medyanın çözüm sürecindeki tavrının hükümetin çizgisine bağlı olarak şekillendiği düşüncesinde.

Araştırmacı-yazar İzzet Akyol’un DPI için hazırladığı ve çarpıcı sonuçlar içeren “Düşük Yoğunluklu 40 Yıllık Savaşın Türkiye’ye Ekonomik Maliyeti” adlı rapor, acı ve travmalarla geçen yılların ekonomik maliyetini 3 trilyon dolar olarak açıklıyor. Rapor meselenin ekonomik maliyetine odaklansa da siyasi, sosyo-kültürel, tarihi bir okuma da yaparak çözüm geciktikçe artan maliyetin her boyutta hissedileceğinin altını çiziyor.

Dönüp dolaşarak gelinen nokta Kürt meselesinin var olup olmadığı kısır tartışması olsa da DPI ve Barış Vakfı gibi kurumlar başta olmak üzere sivil toplum meseleyi farklı katmanları ve taraflarıyla yeniden konuşmanın öneminden hareketle barış çabalarını sürdürüyor. Bu çabalarda kutuplaşma, denetim, niteliksizlik açmazındaki medyanın rolünün tekrar tekrar konuşulmasında fayda var.

Geçmişte yaşananları bugünkü pozisyonlara ve bugünün siyah-beyaz hakikatine hapseden bir tutum değil, o dönemdeki koşulları ve durumları tüm yönleriyle değerlendiren bir tutum ancak bugün yaşanan sorunların çözümüne bir çıkış noktası sunabilir. Medyanın gerçek işlevini yerine getirmediği ve gazetecilerin kendilerini topluma karşı sorumlu hissetmediği dönemlerde demokratikleşme çabalarının tam anlamıyla sonuç vermediğini geçmiş ve bugünkü tecrübelerimizde görüyoruz.

Site Footer