“İki tür erkek vardır,” dedi Ka eğitici bir havayla. “Birincisi, âşık olmadan önce kızın nasıl
sandviç yediğini, saçlarını nasıl taradığını, hangi saçmalıkları dert edindiğini, babasına neden kızdığını, onun hakkında anlatılan diğer hikaye ve efsaneleri bilmelidir. İkincisi ise, ki ben onlardanım, kız hakkında pek az şey bilmelidir ki âşık olsun.
Arka Kapak / Orhan Pamuk – Kar
Yayınlandığı günlerde epey tartışma çıkaran (ki yazarın muradının da bu olduğunu biliyoruz) Kar, Orhan Pamuk’un ilk ve tek siyasi romanı olarak hafızalardaki yerini aldı. Pamuk, kar ve Kars fonunda bugün de halen geçerliliğini koruyanı hatta daha da alevlenen siyasi çekişmelerimizi, tarafgirliklerimizi, kamplaşmalarımızı, ötekiden duyduğumuz korkuyu kendi cephesinden anlatıyordu. Siyasi içeriği ve tartışması bir yana Pamuk’un bu tartışmada niçin mekân olarak Kars’ı seçtiğini ve şehri de karın gölgesinde anlattığını mevsim dönüşünde denk gelen ziyaretimde daha iyi anladım. Kars, Türkiye’nin tüm tarihi başta olmak üzere özellikle de son yüz yıllık tarihinin ve dönüşümünün mekânsal olarak çok güçlü bir örneği. Sadece mekânsal olarak değil etnik çoğulluğu ve birbiri içine geçmişliği ve tahrip ediciliği olarak da. Kar, Kars’ın insanda hüzün bırakan hor kullanılmışlığını örtüyor ve ona büyülü bir atmosfer kazandırıyor. Keza ağaçlar yeşillenip, otlaklar büyüyüp gelinciklerle kaplandığı zaman da. Karın ve yeşilin olmadığı ara mevsimlerde ise kadim kültürün üzerine çöken kalın ve yıpranmış perdenin varlığı daha çok hissediliyor.
Pamuk’un cümleleriyle; “çok güzel, çok fakir, çok kederli” bir kent Kars. Bagratlı Krallığı’na başkent olmuş; geçmişinde Ruslar, Malakanlar, Ermeniler, Osmanlılar, Azeriler, Türkler, Kürtler, Gürcüler var. Tarihi, ilk tunç çağına kadar uzanıyor. Müslüman Araplar, Bagratlılar, Bizanslılar arasında sürekli el değiştiren şehir, Alparslan döneminde Selçuklu hâkimiyetine girmiş. Kanuni tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na dâhil edilen şehrin tarihinde, 1877-1878 savaşından arasında 40 yıl süren bir de Rus hükümranlığı var. Rusların o dönemde Hollandalı mimarlar getirerek şehirde, birbirini kesen caddeler üzerinde inşa ettiği taş binalar günümüze kadar ulaşmış. Kars’ı Kar romanına mekân eden sebeplerden biri de bu binalar. Savaşa katılmayı reddettiği için Ruslar tarafından Kars’a sürgün edilen Malakanlar da Kars’ın kültürel dokusunda çok iz bırakmış. Özellikle de peynircilik sektöründe. Malakanlıların kendi isimlerini verdiği peynir halen üretiliyor şehirde. 1922’de bu kez Rusya’ya sürgün edilen Malakanlar ile Kars halkı arasındaki ilişkiyi yakıcı bir aşk hikâyesiyle anlatan Deli Deli Olma filmini izlemenizi yeri gelmişken tavsiye edeyim.
Birbirine geçmiş kültürü, tarihî ipek yolunun üzerinde önemli bir sınır şehri olması, Kars’ın tarih içinde hem ekonomik hem de kültürel olarak farklı bir yerde konumlanmasına sebep olur. Kar’da bu durumun Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra da devam ettiğini ancak sonrasında hem fiziksel hem de içeriksel olarak şehirde bir yoksunluk başladığını belirtir Orhan Pamuk… Bu yıllarda Osmanlı eserleri ikinci planda kalır; sonrasında da Ruslardan kalan binalar da tahrip edilir. Kars’ın 70’li yıllardaki halini bilenler bugünkü durumuna daha çok üzülüyorlar. Ve bireysel olarak kültürel anlamda seferberlik başlatan isimler de var. Bunlardan biri de Türkolog Ali Canip Olgunlu. Tarihî taş binalar restore ediliyor, butik otel veya kafe haline getiriliyor. Kars’a birlikte gittiğim arkadaşım Hilal Korucu’nun çocukluğu Kars’ın en tarihi mahallelerinden olan Kaleiçi mahallesinde geçmiş. O günlerden bugüne yaşanan fiziksel ve kültürel değişimi şöyle anlatıyor. “Doğduğum ve çocukluğumun ilk yıllarının geçtiği Kars’ı 27 yıl sonra görünce büyük bir hüzün yaşamıştım. Neredeyse bıraktığım gibi bulmak benim için müthiş bir anı tazelenmesiydi, fakat bir bakıma da hayal kırıklığıydı. 40 yılı aşkın bir süre öncesinde Kars, bugün bile birçok Anadolu kentinin yaşamadığı ileri bir kentleşme düzeyine sahipti. Şimdi sadece eski mahallerde ve anılarımda o “Eski Kars”ın izini sürebiliyorum. Yeni olarak inşa ettikleri çarpık Kars’ı ise hafızamın herhangi bir yerine yerleştirmek istemiyorum. Zira benim çocukluğumun geçtiği Kars’ta hayat daha insani temeller üzerinden ilerliyordu. Teyzelerimiz vardı kulaklarımızı delen, hamam günleri vardı, sırt sırta vermiş evlerimiz, dünya güzeli Malakan ablalar vardı, düşüp kalka oynadığımız güvenli sokakları vardı. Bu şehre her gidişimde birkaç damla yaş akıyor gözümden.”
Orhan Pamuk Kar’da bir yönüyle de Kars’ın yalnızlığına ağıt yakıyor. “Tuhaf ve güçlü bir yalnızlık duygusu” yaşattıran şehri; “Sanki burası herkesin unuttuğu bir yerdi ve kar sessizce dünyanın sonuna yağıyordu.” diyerek tarif eder ve ekler: “Sokaktan da hüzünlü Kars şehrinin iç çekmeleri geliyordu.” Pamuk’un Kars’taki bu yalnızlık duygusunu ve iç sıkıntısını bastırmak için fon olarak seçtiği kar metaforunu Ermeni yazar Yeğişe Çarents, “Nairi Ülkesi” romanında taş olarak seçer. Şehrin eski ve taş binalarıyla yeni beton binalar arasında bir hayat tartışmasına odaklanır ilk ve tek romanı. Pamuk ise, Kars’ın tarihi yüzündeki binaların isimlerini ve yerlerini, kullanılma durumlarını farklılaştırarak kahramanlarının birbiri içine giren hayatlarına bohem ve bir o kadar da gizemli mekânlar oluşturur.
Tarihi kalesi, eteklerindeki Ermeni kilisesi, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde geçen ama bugün ayakta artık güçlükle duran hamamları, onların yanı başındaki binlerce yıllık taş köprü, yanıbaşındaki kadim şehir Ani ile Kars; bütün yıpranmışlığına rağmen hem yerel tatları hem de kültürüyle ziyaretçilerine sürprizli bir seyahat sunuyor. Çamurlu bir sokağın hemen ardından dekor ve sunumu ve tabii lezzetiyle sizi şaşırtacak bir Akdeniz lokantası ya da Kar romanındaki Yeni Hayat Pastanesi’ni hatırlatan kafeleriyle. En önemlisi; yazara; “Ben burada yaşayan yoksul insanları biraz mutlu etmek istiyorsam, İstanbul’a döndüğümde Kars’ın geçmişteki günahlarını değil temiz havasını, güzelliğini, insanlarının iyi yürekliliğini yazmalıydım”, satırlarını yazdıran insanlarının hoş sohbeti, sıcaklığı ve misafirperverliğiyle…
Kars’taki ikinci gecemizde şöyle bir hikâyenin içinde bulduk kendimizi. Her şey kapısının önünde birbirinden leziz meyvelerin sıralandığı bir manavı görünce başladı. Ben gözüme kestaneleri kestirdim. Ve manava, “kestaneleri pişirebileceğimiz sobalı bir çay ocağı olup olmadığını” sordum. O sırada manavda bulunan ve isminin Adnan olduğunu sonradan öğrendiğimiz genç: “Babamın kahvesi var; şu an kapalı ama isterseniz açabilirim.” dedi. On dakika sonra Adnan’ın babasının sabah namazında yakmak için hazırlayıp gittiği sobayı tutuşturmaya çalışırken bulduk kendimizi. Akın Çay Ocağı’nda da, Kar’da bahsedildiği gibi bir Alp Dağları manzarası asılıydı hemen belirteyim. “Kars’taki bütün çayhaneler, lokantalar ve otel salonlarında olduğu gibi burada da duvarlara Karslıların övündükleri kendi dağlarının değil İsviçre Alpleri’nin manzaraları asılmıştı.” Doğal buz pistine dönen Çıldır Gölü’nde başlayan gün; sobanın üzerinde demlenen çay ve közlenen kestaneyle nihayete erdi böylece…