İnsan Ne İster?

Yukarıdaki cümleler, 2019 yılında Estonya’nın Oscar adayı olan Gerçek ve Adalet filmindeki bir sahneden. Filmden toplumsal hayatımızla kesişen izdüşümleri anlatmak istiyorum bu yazıda, ama korkarım epey “spoiler” içeriyor.

Yönetmen Tanel Toom, ilk uzun metraj filminde Estonyalılar için ulusal kimlikle epey iç içe geçmiş aynı isimli romandan dünya çapında ses getiren bir yapıma imza atmış. Ülkede, Avatar’ı geçerek en çok izlenen film ünvanını alan yapıma gösterilen bu ilginin sebebinin, romanın Estonya’da yakaladığı ün olduğu belirtiliyor. Anton Hansen Tammsaare’nin 1926 yılında yazdığı beş ciltten oluşan kitap, ülkede yıllar boyunca en çok okunan eserler arasında yer almış, hatta ilki olmuş. Yönetmen Tanel Toom, 550 sayfalık kitabı okuldayken okumaktan kaçtığı için yıllarca ‘utandığını’ ve bu utancı on yıl boyunca kitabı yanında taşıyarak ortadan kaldırmaya çalıştığını belirtiyor. Londra’ya eğitim için gittiğinde romanı okuyan Toom ülkesinden uzakta olmanın verdiği duyguyla; “Kitabı bitirdiğimde senaryoyu yazmak ve bir filme dönüştürmek istediğimi biliyordum.” diyor.

Romanda, Estonya’nın bağımsızlığa giden tarihi, iki çiftçinin birbirleriyle, aile ve çevredekilerle yaşadıkları gündelik hayat pratiklerinin üzerinden anlatılıyor. Hukuk sisteminden, aile ve toplum içindeki kadın-erkek eşitsizliğine, dini sorgulamalardan toplumsal ilişkilere birçok konuya değinen romandan uyarlanan filmde ise daha çok Andreas’ın dönüşümüne odaklanılıyor. Yönetmen Toom Tanel, bataklığa dönen toprak parçasını ailesi ve doğacak çocukları için ‘verimli bir çiftliğe’ ve daha çok da yuva kılmaya çalışan idealist bir çiftçi olan Andreas’ın şahsında topraklarına bağlı Estonyalıların yüzyıllar süren bağımsızlık mücadelesine selam çakmayı ihmal etmiyor. Zaten film Estonya’nın bağımsızlığının yüzüncü yılı anısına devlet tarafından desteklenen altı yapım arasında yer almış.

Andreas’ın ne idealistliği ne elinden düşürmediği İncil’i ne de bitmeyen adalet mücadelesi çiftliği ona ve ailesine yuva kılmaya yetiyor. Çünkü kapıldığı hırs onu çok kınadığı komşusu Pearu’ya hatta çocuklarının gözünde ondan daha da kötü bir duruma düşürmüştür. Kemal Varol’ın Haw adlı romanında veciz bir şekilde dile getirdiği “savaşın en kötü tarafı, bir zaman sonra kimin haklı olduğunu unutturmasıydı” cümlelerindeki gibi savaştan ‘temiz’ çıkması mümkün olmuyor. En hazin olan ise Andreas’ın bunu hiç farketmiyor oluşu… ‘Kötü’ komşusunu yola getirmeyi, alt etmeyi kafasına o kadar koymuştur ki, karısının ‘büyüklük sende kalsın’ tavrı onu daha çok hırslandırır. Çünkü yaptığının bir ‘adalet’ mücadelesi olduğuna emindir ve o yüzden de aynı enstrümanları kullanmaktan imtina etmez.‘ Düşmanına benzememesi’ için sürekli telkinlerde bulunan karısı Kroot’u dinlemek aynı zamanda ‘yenilgiyi’ kabul etmek demektir ona göre ve buna rıza göstermez.

Kroot, hır gürleri, çatışmaları, hesaplaşmaları bitmek bilmeyen iki adam arasında ‘beyaz bayrak’ sallayıp dursa da onları savaşlarından döndürebilmesi imkansızdır. Filmde üzerinde durulan bir başka konu olan ‘ataerkil toplumun kadınlara yükünün’ trajik bir kanıtı olarak ‘nihayet’ bir erkek çocuğu doğurduktan sonra iki adamı girdaplarıyla baş başa bırakarak ölür. Kız çocuk doğurduğunda ‘üzüntüyle’ karşılanmak bizim pek uzak olduğumuz bir durum değil. O tabi başlı başına bir yazı konusu.

Kroot’un ölümü üzerine iki adam bir an da olsa durup yaptıklarını ‘tartma’ imkanı bulur. Ve orada komşusunun Andreas’a söyledikleri ‘taraf olmayan bertaraf olur’ sözleriyle safların sıklaştırıldığı toplumlarda varlığı pek istenmeyen, ‘başkaları da var, ‘büyüklük sende kalsın’, ‘bırak huzur bulsun’ diyenlerin önemini ortaya çarpıcı bir şekilde ortaya koyar:

“Bir insanın hayatı nedir ki? Orak karşısındaki bir saman sadece. Gece düşünüyordum… Şimdi bize ne olacak diye. Karın hep barışmamızı sağlardı. Çünkü ikimizden de daha iyi biriydi. Artık tartışırsak ki kesin tartışırız. Bizlere güzel sözler söyleyip bizi barıştıracak biri yok artık. Sonra korktum, ikimiz için de. Boka dadanan iki sinek gibiyiz. Etrafta dolanıp bir şeyler planlıyoruz. Tüm planlarımız ve tüm büyük hesaplarımız ise koca bir hiç. Bizi dinleyecek kimse olmayacak ya da bizi görecek.”

İki çiftçinin kan davasına dönüşen ‘alan’ kavgası ve en çok da Andreas’ın sarsıcı dönüşüm öyküsü, bizim büyük çaresizliğimizle çok örtüşüyor. Belki tıpkı onlar gibi ‘yüzleşilmeyen’ bir geçmişin, ikbali dava sanmak gibi bir yanılgının içinde savrulup gittiğimiz için. ‘Davaya ulaşmak için her yol mübah’ gibi birbirine zıt ideolojilerin ortaklaştığı bir pratiğimiz olduğu için; son günlerde yine öldürülecekler, çökülecek mallar, kadınlar listesi havalarda uçuşuyor. Bu dönüşümü tartışmak yerine, ötekinin kötülerine, kötülüklerine odaklanmak daha kullanışlı oldu hep. Aşırılığın, bel altı vuruşların, tetikçiliğin, kötülüğün kazanma sebebi olduğu ve bol bol ikbal fırsatı sunduğu bir sistem inşa ettikten sonra; ilkeden, etikten bahsetmek de yeni garabetlerin ortaya çıkmasından başka işe yaramıyor. Kroot gibi insanlar yaşarken duyulmadığı gibi öldüklerinde bile durup ‘biz ne yapıyoruz’ denecek bir aklı-ı selim olmuyor.

               Gerçek ve Adalet – Tõde Ja Õigus (2019), imdb: 8.6

Hukukun keyfiyete dönüşmesi halinde ne adaletin ne gerçeğin kaldığı da çarpıcı bir şekilde anlatılıyor filmde; hukuku sopa olarak kullanmanın, ötekinin yoluna döşenecek mayının bir gün gelip döşeyeni de biçebileceği. Varlığını anca düşmanla adlandırabilen bir toplumsallığın çürütücülüğünü, hakikatin sadece yalanlarla değil eksilterek de baltalanabileceğini. Hep şu soruyu zihnin bir köşesinde tutarak;

“İnsan ne ister? Bir yere ulaşmak. Başlangıçta bir tepede durur, nereye gitmek istediğini görür, yola koyulur. Yol boyunca ormanlardan geçer, nemli çayırlar ve dipsiz bataklıklar arasında debelenip durur. Sonra durur ve yönünü yitirdiğini fark eder. Yolunu kaybetmiş ve nasıl devam edeceğini bilmeyen bir kişi ne yapabilir?”

Sahi ne yapabilir?

Bitmek bilmeyen sosyal medya savaşlarında sıkça ‘onlar öğretmenimiz değil’ sözleri zikredilen Aliya’nın savaş sırasında yıkılan Mostar Köprüsüyle ilgili “Nehir üzerinde köprüleri yeni baştan inşa etmek için, ilk önce insanların kalbinde onları yeniden yeşertmeliyiz” sözleri filmin bataklıkta birbirini aşağıya çeken kahramanlarına da onlardan geri kalmayan bizim için de bir iyi bir başlangıç olabilir.

Site Footer