Roland Barthes’ın, “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir.” tanımlaması sosyal medya hâllerimize ayna tutmaya devam eden bir gerçeklik olarak güncelliğini koruyor. Özellikle kriz zamanlarında tüm iktidarlar destekçilerine, destekçileri de karşısında gördüklerine ‘söyleme mecburiyeti’ dayatıyor. Bu dayatma zamanlarında ‘suskun kalmak’ bile suç olarak görülüyor ve istenileni istendiği gibi ‘söyleyenler’ konumlarını güçlendiriyor. Birbirini kopyalayan paylaşımlar, aynı görsellerle donatılan profiller, timeline’larda uçuşan özlü sözler, kimi zaman coşku kimi zaman üzüntü ama hep aynı anda ve aynı şekilde gösterilen duygular… Tabiî ki bir de ‘söylemeyene’ yönelen öfkeler, linçler…
‘Söyleme Mecburiyeti’ kimi durumlarda konuşma yasağından bile daha sert bir baskı unsuru olabiliyor. Hatta son zamanlarda o aşamayı da geçip sıradan faşizmin belki de en zor durumlarından biri olan; ‘benim gibi söyle’ boyutuna erişmiş bulunuyoruz. Karşımızdaki ‘kesin inançlılar’ düşünmemize, konuşmamıza verdikleri izin lütfunu; onlar gibi düşünmeme, konuşmama hakkımızı yok sayacak kadar dayatmaktan çekinmiyorlar. Artık geldiğimiz nokta ‘benim gibi söyle’dir. ‘Benim gibi söyle’nin kapsamına ‘benim gibi gör’, ‘benim gibi duy’, ‘benim gibi hisset’ ve daha birçok eylemi sığdırmak mümkün.
Koronavirüsle bütün bir dünya olarak sınandığımız bu günlerde geçtiğimiz haftalarda yaşadığım karantina deneyimimi sosyal medya üzerinden dile getirdiğimde işte tam da bu durumla karşılaştım. Karantina günlerim ülkede ilk koronavirüs vakasının açıklandığı günlere denk geldi. Ben de yaşadıklarımı, gördüklerimi, test aşamasını ve sonrasını dile getirmeye çalıştım. Yazdıklarıma gelen ve genele yazılan tepkiler iki konuda ortaklaşıyordu. İlki bu deneyimi yazmanın son günlerde yaşanan panik havasına karşı iyi geldiğiydi. İkincisi ise eleştirel birinden sistemle ilgili olumlu bilgi almanın verdiği güven duygusuydu. Tabiî ki sağlığımı merak eden, iyi dileklerde bulunan da çok oldu.
Düşmanlaştırma ve Nefret Siyaseti
Asıl anlatmak istediğim genele yazılmayıp bana özel olarak iletilen tepkilerdi. Bu tepkiler de iki grupta şekilleniyordu: Birincisi sistemi övmek için hükümetten para alıp almadığım veya hastalığımı, karantina deneyimimi muhaliflikten kurtulmak için bir fırsat olarak kullandığımla ilgiliydi. İkinci gruptaki tepki ise hükümete yakın kişilerden gelen, “aldın mı boyunun ölçüsünü, bak eleştirdiğin sisteme muhtaç oldun” nobranlığıydı. Konumlanmalarının ‘kazanmak’ üzerinden olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu bu nobranlık. Doğrusu bu tepkisellik ilk de değil. Yıllardır ‘benim gibi söyle’nin türlü türlü hâllerine maruz kalıyoruz. Muhalifler için dilimiz, tarzımız ‘steril ve yetersiz’, iktidar yamacındakiler içinse ‘nefes alması bile gereksiz öcüleriz…’
Türkiye’de ilk vakanın ortaya çıkmasından bu yana; yaşanan tartışmalar, kamplaşmalar içinde sıkıştığımız çözümsüzlüğün şekil A’sı olarak önümüzde duruyor. Kişisel tercihlerimizin, davranışlarımızın tüm insanlığı etkileyecek bir etkisi olabileceği bütün ağır tahribatıyla önümüzde dururken; krizden siyasi kazanım elde etme, tarafına üstünlük çıkarma uğraşından geri durulmuyor. ‘Şunlar gıda stokladı, market boşalttı’yla başlayan fişteklemeler, “virüsü umreciler/Avrupa’dan gelenler/evinde parti yapanlar bulaştırdı’ yarışlarıyla sürüyor. Yıllardır sıkışıp kalınan mahalle ve yaşam tarzı kavgaları için; bu durumdan bile malzeme devşirmekten, sağlık çalışanlarına alkışlı bir desteği komplo teorileriyle kamplaşma unsuru için kullanmaktan hiç imtina edilmiyor. Hastanelerde bu günlerde dahi beyaz kod alarmları (sağlık çalışanlarına saldırı) verilecek durumlar yaşanırken; sosyal medyada da görüşlerinden hoşlanılmayan sağlık çalışanları için linç girişimleri yapılıyor. Devletin alması gereken tedbirler, şeffaflık vs gibi konulardaki eleştiriler ‘hain’ yaftalamalarına büründürülürken; herkesin kurumların görevini yerine getirme sorumluluğunu ‘lütuf’ gibi algılaması bekleniyor. Yapmayanlara gözaltılar, soruşturmalar açılıyor. Dayanışma faaliyetlerinin, yerel yönetimlerin tedbirlerinin siyasi kazanım olarak döneceği endişesiyle karalama yarışına girilmesi durumun vahametini anlatmak için yeterli aslında. Kendinden olanın yaptığını görmezden gelip ötekilerin yanlışlarına, çelişkilerine odaklanıp ‘nefret’ üzerinden kodlamak en kullanışlı seçenek…
Bu noktada, Eric Hoffer’i ve Kesin İnançlılar’ı anmamak mümkün değil. Ne diyordu Hoffer: “Birbirinin karşıt kutbunu oluşturuyormuş gibi görünseler de gerçekte her çeşit fanatik aynı uçta toplanır. Ortak nefret, en uyumsuz unsurları bile birleştirir.”
‘Benim gibi söyle’nin yolları en başta ‘taraf olmayan bertaraf olur’ dayatmalarından örülüyor ve bu konuda işleri kolaylaştıran ise; ‘ötekine duyulan nefret’ oluyor. Bir kez insanları hizalamayı başarırsanız gerisi zaten yavaş yavaş geliyor. Hizalanmalara kapılmayanlar ise Hoffer’in tanımıyla, ‘aciz ve kısır’, ‘aşağılık bir insan olarak’ görülüyor. Onları ‘hizaya getirmek’ ulvi bir görev olarak görüldüğünden, çoğu zaman kişiler kendileri bu göreve talip oluyor, ‘sefer’ emri olmadan. Yıllardır karşı karşıya olduğumuz bir durum bu ve her olayda farklı veçheleriyle karşılaşıyoruz. “Şu olay olduğunda neredeydin, bu olayda ne dedin, bunda bir şey demedin, şunda şunu söyledin, ötekinde niye hemen söyledin de bunda niye geciktin?” çeteleleri…
Kitle hareketlerine giden yolda hizalanmaların tümü ötekinin ‘kötülüğü’ üzerinden şekilleniyor. Karşınızdakini ‘düşman’ olarak kodlamak yapılan her şeyi mubah hâle getirdiği gibi ‘keskin inançlı’ için hayatın devamını sağlayan oksijen görevi de görüyor. Hoffer bunu şöyle dile getirir: “Kitle hareketleri bir Tanrı’ya inanmaksızın doğabilir ve genişleyebilir fakat ortada nefretleri üzerine çekecek bir düşman olmaksızın genişleyemez. Bir kitle hareketinin gücü, seçmiş olduğu düşmanın canlılığı ile doğru orantılıdır.” İşte kriz zamanlarında ‘birlik’ söylemlerinin öncesinde ve sonrasında bile ‘düşman’a vurgu yapılmadan duramayışın sebebi tam da budur.
Düşmanlaştırma ve nefret siyaseti çoğu zaman hem uygulayıcılara hem de tâbî olunanlara kullanışlı bir alan sunsa da sonrasında artık arınmanın mümkün olmadığı bir kirliliği toplumsallaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Şiddetin her türü gibi nefret de sadece maruz kalınanı değil uygulayanı da zehirleyen bir özelliğe sahip. Hoffer’in deyimiyle: “Her kitle hareketi zamanla kendini nefret ettiği özel düşmanına benzer duruma getirir.
Kötülüğün Bulaşıcılığı
Zulme uğrayan kişilerin hemen hemen her zaman kendilerine zulmedenlere benzediklerini görmek hayret vericidir. ‘Kötü insanlar kötü insanları yaratır’ sözü kısmen şu gerçeğe dayanmaktadır. Kötüden nefret eden kişiler kendilerini o kötüye benzetirler ve böylece kötülük devam eder. Böylece, ‘nefret’ her ne kadar bir topluluğun kendini savunması için kolayca kullanılacak bir araçsa da, sonunda o topluluk için pahalıya mal olur; çünkü savunmasını yapmış olduğumuz değerlerin birçoğunu böylelikle kaybetmiş oluruz.”
Ez cümle; küresel bir salgının içinde çalkalanırken bile varlığını ‘düşman’ olmadan anlamlandıramayan bir toplumsallık virüsten değil tam da dönüştüğü şeyden korkmalı.