Hakkari’de Bir Mevsim

‘Ne yolun var, ne suyun

yarlar

arasından akan ve yaza doğru dağlardan eriyen karlarla

birlikte taşan Zap ‘ını saymazsak.

Adın gibi garip bir kentsin Hak.

Sende yaşayanlar

ne Tanrılar, ne insanlar

hiçbir iz bırakmamış gibidirler.”

Böyle seslenir Hakkari’ye, Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim romanının ismini

bilemediğimiz karakteri, nam-ı diğer; O… Sadece ismini değil, yolunun karlarla kaplı Pirkanis Köyü’ne nasıl düştüğünü, bir sürgün mü yoksa bir kazazede mi olduğunu öğrenemediğimiz gibi. Kahramanı şehrin iz bırakmadığından dem vursa da yazarının hayatı; Hakkari’den önce ve sonra diye ayrılacaktır.

“Yalnız yazarlık serüvenimde değil, yaşamımda da bir Hakkâri olayı var. İnsan birçok kez doğabilir. Ben de, ikinci kez Hakkâri’de doğdum. Hakkâri dönüşü, aynı insan değildim. Ama baştan aşağı, yepyeni, geçmişten hiçbir iz taşımayan biri olamazsınız. Hakkâri öncesinde ya zdıklarımda ağır basan, varoluş, bireysel sorunlar, cinsellik, umutsuzluk gibi konulardı. Çıkmazdaki bireyi yazıyordum. Çünkü çıkmazdaydım. Hakkâri’den sonra yazdıklarımda da tüm bunlar vardır. Ama bambaşka bir biçimde. Çaresizlik toplumsal boyutu olan bir çaresizliktir artık ve yalnız, yazarın bireysel çaresizliği değil, anlattığı insanların çaresizliğidir. Gözünüzün önünde bebelerin öldüğünü görüyorsunuz ve elinizden hiçbir şey gelmiyorsa, ya çıldırırsınız ya da başkaldırırsınız. Bu durumda da, edilgen üslûbunuz (eğer bir üslûbunuz varsa) etkilenir. Sözcükler yerini yenilerine bırakır. Sesiniz değişir. Dolayısıyla yapıtınız.”

İnsanı değiştirenin mekandan çok zaman olduğuna inanan Edgü’yü Hakkari hem zaman hem de mekan olarak etkilemiştir. Bu öyle güçlü bir etkidir ki ilk meyvesi olan Hakkari’de Bir Mevsim; yazılışının üzerinden yıllar geçmesine; gündelik hayatın dönüşmesine rağmen ‘düş ile gerçek’ arasındaki salınımlarıyla bugünün Hakkari’si için de çok şey barındıran bir romandır. Şehri çevreleyen dağları, denizler gibi algılayan önce kendi yalnızlığında sonra da bu unutulmuş dağ köyünün yalnızlığında kaybolan bir yolculuk halinin tasvir edildiği roman, hem dili hem de anlatım biçimiyle alışılmışın dışında.

Melih Cevdet Anday’a göre, Hakkari’de Bir Mevsim’i gerçekçi bir roman saymak yeterli değildir; “Gerçeğin inanılmaz bir düşe dönüştüğü,şaşırtıcı bir öyküdür bu. Ferit Edgü’nün gerçek bir yaşamı, bir roman yaşamına çevirmesine hayran oldum. çünki “o” gözlem gücünü, anlatı ustalığından alıyor.”

Erden Kral’ın sinemaya başarılı bir şekilde uyarladığı Hakkari’de Bir Mevsim’in diğer önemli bir yönü, o yıllar için coğrafyanın olduğu kadar insanların hafızalarının da uzağında kalan bir hayatı; gerçekçi ama bir o kadar da düşsel bir anlatımla yorumlamış olmasaydı. Hakkari için yolun aylarca kapalı kalması artık çok eskilerde kalan bir olay; yollarda yapılan kar tünelleri ve iklim değişikliği gibi sebeplerle… Yüksekova’ya Ciloları aşarak gelinen bir havalimanı yapıldığı için ulaşmak da zor değil. Ama Ferit Edgü’nün romanına ve sonra da hayatına izin vuran kentin saklı yüzü, katmanları kendisini ziyaret edenleri çevrelemeye devam ediyor.

Sümbül başta olmak üzere dağlar, görkemi ve gücüyle şehri öyle çevreliyor ki; oraya buraya gelişi güzel serpilmiş gibi duran beton binaların tüm ‘çirkinliğini’ siliyor. Karla kaplıyken, sisler içinde kaybolmuşken, yeşillere bürünmüşken ve daha nice görüntüsüyle; insanda sonsuzluk duygusu uyandıran dağlar bunlar. Tezatların şehridir bir yandan Hakkari. Bu denli görkemli dağların yamacına, çarpık bir kentin nasıl kurulduğunu sorgulatır her seferinde…

Hakkarilere göre bu çelişkilerdir şehri ‘farklı’ kılan: “Ne tam doğudur ne de tam güney. Öylesine bir köşesine sinmiş Türkiye’nin. Halayda sola gidilir mesela, lalesi bile terstir. Ovası da her ova gibi değildir, yüksektir, dağların kentidir. Coğrafyasını ikiye bölen hırçın Zap suyu derin aktıkça bereket gelir kentin damarlarına, lakin ağıtlar da yükselir Zap hırçınlaştıkça. Ve acı bir gerçek: dağlarına ölüm baharla gelir.”

Romanda da bu tezata şöyle vurgu yapılmaktadır:

“Kentim Hak.

umudunla umutsuzluğun

güneşinle karın

uykunla uykusuzluğun

insanlarınla hayvanların

kurtlarınla köpeklerin

bil ki

bir inilti gibi sürüyor daha bende.

Her kim ki seni gerçekten yaşamıştır

bu inilti sürüp gider yaşamında, düşünde.”

Hakkari sadece Edgü için değil birçok başka yazar için ilham kaynağı olan beşeri bir coğrafyaya sahip. Bugün bile ulaşılması güç Koçanis’teki Nasturi medeniyeti başta olmak üzere birçok medeneyite, inanca ev sahipliği yapmış. Osmanlı döneminde, kendi adına para basma izni olan tek beylerin Hakkari Beyleri olduğu belirtilir hatta o paraların cumhuriyet kurulduktan sonra bile uzun süre kullanıldığı… Kendisi de Hakkarili olan Muhsin Kızılkaya bu tarihsel mirasın ve Hakkari’nin ‘ilham’ının edebiyata yansımalarını şöyle anlatır; “’Kürt edebiyatının bütün önemli şair ve yazarları Hakkârilidir. İlk Kürt şairi olarak kabul edilen Eli Herreri, ilk Kürtçe mevlidi yazan Melaye Bateye, en önemli Kürt manzumesi olan Mem u Zin’i yazan Ehmede Xani ve ‘kuşların şairi’ olarak bilinen Feqiye Teyran Hakkârilidir. Bir de bir şekilde Hakkâri’ye yolu düşmüş olanlar vardır. Ferit Edgü bir şaheser olan Hakkâri’de Bir Mevsim’i Hakkâri’de geçirdiği altı aydan sonra yazmıştır. Yazarlar açısından baktığınız zaman Ferit Edgü’nün bütün yazarlık sermayesi Hakkâri’dir. Osman Pamukoğlu tipinde bir adamsanız, sizi saldırganlaştırır, maceracı yapar. Pamukoğlu’nun bilinçaltındaki o faşizan zihniyet, dağların çağrısıdır. Yılmaz Erdoğan gibi bakarsanız, Zap suyunun sesini bildiğiniz bütün şarkıların başına koyarsınız. Benim gibi bakarsanız, sonsuz bir masal dünyasıdır Hakkâri, 40 bin cilt daha kitap yazsam, bitmez. Mehmed Uzun gibi bakarsanız, bir sefer gidersiniz ve Hawara Dicle (Dicle’nin Yakarışı) gibi bir roman yaratırsınız. Ender Özkahraman’ın gözüyle bakarsanız, bitmeyen ‘ora’ öyküleri çizersiniz. Onun babası Enver Özkahraman gibi bakarsanız, sonsuz bir fotoğraf denizidir Hakkâri.”

Kızılkaya’nın ‘fotoğraf denizi’ tanımlaması Hakkari için çok yerinde bir tanım. Hele de şehirden uzaklaşıp dağlara doğru gittikçe. Bu fotoğrafların en anlamlıları içinde Hakkarililerin olduğu fotoğraf kuşkusuz. Çok özellik anlatılabilir Hakkariler için; misafirperver başta olmak üzere. Ama bana göre insanda en çok iz bırakan özellikleri yaşadıkları coğrafyanın sertliğine rağmen naif yapıları ve en başta kendileriyle ilgili mizah yapabilmeleri. Şehrin yoksunluğunu, sıkıntılarını, yaşananları en önce kendileri ‘ti’ye alır. Yılmaz Erdoğan, mizahının, şiirlerinin ve sinemasının arka planında şehrin bu damarının ve tanıklıklarının olduğunu sık sık dile getirir.

Yazıya eşlik eden fotoğraf; kurgu değil ‘anlık’. O fotoğrafı önce uzaktan gördük, yolumuzu değiştirip içine girdik. Karla kaplı Sümbül fonunda salıncak ve çocuklar bir kartpostal gibi duruyordu yeşilliklerin içinde. Şanslıydım, şehrin en iyi fotoğrafçılarından Murat Adıyaman yanımdaydı. Ki kendisi Yılmaz Erdoğan’ın Ekşi Elmalar’da kullandığı muhteşem görüntülerin mimarıdır aynı zamanda. Güzergahımızı değiştirip bulundukları yamacı tırmandık. Fotoğrafa başkaları eklendi. Ateşte fokurdayan bir çaydanlık, kahvaltı sofrası hazırlayan bir baba. Şehrin en gözde piknik mekanlarından biriymiş meğer Sümbülün karşısındaki bu ağaç altı. Baba çocukları da alarak yer kapmaya gelmiş erkenden. Çay demlenmiş, salıncak kurulmuş. Sofra hazırken geldi anne ve teyze.

Çayımı yudumlarken fotoğraf çeken Murat’a onun kadrajına girince mahçuplaşan çocuklara bakarken aklıma Hakkari’de Bir Mevsim’in O’sunun veda cümleleri geliyor:

“Unutmayın ki, kitaplarda yazılanlar, okullarda öğretilenler her zaman doğru değildir. Benim için doğru olan, sizin için doğru değildir. Benim için gerekli olan, sizin için gerekli değildir. Eğer öğrettiklerimin çoğu böyleyse, bağışlayın beni. Çünkü ben başka bir yerden geliyorum yavrularım ve gördüğünüz gibi, karların erimesiyle de gidiyorum işte. Nereye gittiğimi kesin olarak bilmiyorsam da gidiyorum

“Burda kalacak olan sizlersiniz.

Burda yaşayacak olan sizlersiniz .”

Site Footer