“In Bruges” (2008) filminin başrol karakterlerinin şehrin en yüksek yeri olan kuleye çıkıp şehir manzarasını izlerken aralarında yaptıkları tartışmada şöyle bir replik geçer: “Bir çiftlikte yaşasam ve emekli olsam Brugges beni etkileyebilirdi. Ama Ben Dublin’de büyüdüm.”
Dublin’i şehirsel olarak, tarihsel dokunun bir film platosu gibi korunduğu Brugge’den daha etkileyici görmenin sebebi, zahiri bakışla ilgili olmasa gerek. Sadece tarihi dokusuyla yaşanmışlık hissi vermez şehir; insanların onunla kurduğu ilişkinin yeni gelenlere aktarılması da bunda önemlidir. Ve o yüzden Dublin, Brugge kadar estetik ve romantik olmasa da kelimenin tam anlamıyla “yaşayan bir şehir” duygusu verir ziyaretçisine.
James Joyce, “Bir gün Dublin yıkılırsa bu romana bakıp yeniden yapılsın diye yazdım.” dediği Ulysses romanında, ana karakter olarak Dublin’i konumlandırarak, iç içe geçmiş hayatlar üzerinden şehirdeki insanların yaşanmışlığını yani hikâyelerini dillendirir. Aradan geçen bunca zamandan sonra şehir mekânsal olduğu kadar toplumsal olarak da bir dönüşüm yaşasa da sokakların birbirine, ardından Liffey Nehri’ne açıldığı gibi insanların öyküleri ve kültürleri birbirine karışmaya devam ediyor.
Bilindiği üzere Ulysses tüm dünyada okunamamasıyla meşhur bir roman. İnsanların tamamının okuyamadığı ya da okumakta zorlandığı, okuyabilirse çok etkilendiği, sadece okurların değil yazarların eserlerine de yön vermiş bir romandan bahsediyoruz. Okunma ve anlaşılmadaki zorluk ise yazarın bilinçli bir tercihi. “Ben, onun içine birçok muamma, esrarengiz bulmacalar koydum ki, yüzyıllarca profesörler ne demek istediğimi anlamak için tartışsınlar. Bu, bir kişinin ölümsüzlüğe kavuşabilmesinin tek yoludur.”
2010 yılında UNESCO edebiyat kenti seçilen Dublin’in edebiyat serüveni kuşkusuz James Joyce ile sınırlı değil. Samuel Beckett, Oscar Wilde, Bernard Shaw, W.B Yeats, Seamus Heaney, Bram Stoke ve Jonathan Swift, Dublin’den dünyaya açılan diğer yazarlar.
James Joyce’u ayrı bir yere koyan ise onun yazdıklarıyla Dublin’i “ete kemiğe büründürmesidir.” Necip Tosun, Joyce’un tüm edebiyat serüvenini Dublin etrafında şekillendirdiğini belirterek, “Joyce, tarihi ve siyasal görüşlerini, sanat algısını, dil arayışlarını Dublin kenti üzerinden kurgular. Dublin, onun öykülerinden bir mekân, fon değil, her şeyin izahı için en temel başvuru kaynağı, bir öznedir.” der. Güven Turan ise “Roman Kentler” başlıklı yazısında, Joyce’un öykü kitabına Dubliners (Dublinliler) ismini koymakta acele ettiğini, bu ismin Ulysses romanına daha çok yakıştığını belirterek, “Ya da sadece Dublin bile denebilirdi. Bloom’un kentteki uzun gününü, uzun yolculuğunu Odeseus’un serüveniyle koşutlandırmak, Joyce’un o muhteşem İrlandalı humoruyla çok iyi bağdaşsa da, Dublin baskın bir roman kişisi olarak Bloom’un bütün serüvenine eşlik eder.” saptamasında bulunur.
1904 yılının Haziran ayının 16’sında evinden çıkan Leopold Bloom’un Dublin sokaklarında geçirdiği bir günü anlatan roman, birden fazla anlatıcı, farklı kurgu taktikleri; tarihsel olaylara göndermeler, inanç sorgulamaları ve daha birçok söz oyunuyla devam eder. Bloom’un romana konu olan günü, yıllardır Dublin’de Bloomday etkinlikleri olarak kutlanıyor. O dönemin kıyafetlerini giyen edebiyatseverler ve turistler, Bloom’un güzergâhlarında şehirde turlar gerçekleştiriyor, onun uğradığı mekânlarda romandan pasajlar okunuyor. Ama Joyce’un Dublin’deki izi, senede bir günle sınırlı değil. Bir dönem yaşadığı ev ve romanda bahsi geçen kule müze haline getirilmiş, romana konu olan mekânlara yönelik geziler yıl boyunca devam ediyor. İnternette romanın içindeki bilmeceler, göndermelerle ilgili açılan yüzlerce site, bu göndermelerle ilgili canlandırmalar, animasyonlar ve daha birçok uygulama söz konusu.
Ercan Üldes, dünyanın çok farklı dillerine çevrilen ve bir çok ülkede yazarları etkileyen Ulysses romanının gücünün ve evrenselliğinin “yerel” olmasından geldiğini belirterek, “Bu yerellik, inandırıcılık ekseninde de önemli; çünkü kendi toprağının ve insanının çelişkilerini aktaran birinin transfer edilen dertlerden muzdarip birine göre daha konsantre, inandırıcı ve donanımlı olması beklenir. Bu açıdan Ulysses, bir ulusal ses olarak da okunabilir. İrlanda’nın bağımsızlığı sorunu, topyekûn yaşanan bir aşağılık kompleksi, yerel özgürlük mücadelesi yöntemleri, İrlanda’ya has hastalıkların nesillerce taşınması vesaire, salt İrlanda’ya dair olmaktan çıkar, bir yerden sonra bütün memleketlerin anladığı, anlamaya çalıştığı, kısmen yaşadığı olgulara dönüşür.” der.
Sahi aşağıdaki satırlarda zaman ve mekân aramaya gerek var mı?
Tüm bu sefil tartışmalar, naçizane kanaatince, tüm bu düşmanlık tohumu ekmeler, -artık insan kafasındaki hırçınlık çıkıntısı yüzünden midir yoksa bir bezenin salgısı mıdır o tarafını bilemiyordu fakat bunların falanca şeref meselesinin ıncığının cıncığından ya da vatan millet bayrak meselelerinden çıktığını sananlar yanılıyordu- hepsinin dönüp dolaşıp bağlandığı yer yine para meselesiydi her şeyin arkasında bu vardı, açgözlülük ve tamah vardı, insanlar hiç nerde durmaları gerektiğini bilmiyorlardı.
Dublin’in meşhur gri ve soğuk günlerinden birinde Dublin Parlamentosu’nda katıldığımız toplantının ardından Yıldız Ramazanoğlu’yla birlikte James Joyce’un evini bulmak için yola çıkıyoruz. Parlamentonun önünde toplanan bir grup, Arakan’da yaşanan vahşetle ilgili protesto gösterisi yapıyor. Bir süre onlara katıldıktan sonra elimizde navigasyon ve harita olmadan, yolda gördüğümüz insanlara sora sora Joyce’un evini aramaya koyuluyoruz. Noel hazırlıklarının renklendirdiği vitrinlerin önlerinde yatan evsizlerin arasından geçiyoruz.
Evsizlerin sayısının çokluğu Dublin’in son yıllarda gündelik hayatının en önemli konularından. Bu konuda hem kamu hem de sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları var ancak henüz sonuç alınmış değil. Şehrin birçok caddesine açılan kapılarıyla Trinity Üniversitesi’nin kampüsünün yanından nehre doğru ilerliyoruz. Kütüphanesiyle de meşhur olan üniversite, 1592 yılına Kraliçe Elizabeth tarafından kurulmuş, Avrupa’nın en köklü okullarından biri halen. Ünü üniversiteyi aşmış ve 200 binden fazla kitabın olduğu kütüphanede, İrlanda’nın ulusal hazinelerinden biri olarak kabul edilen The Book of Kells adlı, 9. yüzyıldan kalma el yazmaları da bulunuyor. Trinity Üniversitesi ve Dublin Yazarlar Müzesi bu şehirde mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerden. Şehirle ilgili belleğimde kalan başka bir konu ise tüm griliğini dağıtmaya yetecek kadar sayıda park ve koruluk oluşu.
Liffey’nin üzerinde birbiri ardına dizilen köprülerden en ünlü olanından karşıya geçiyoruz. Vaktiyle karşıya geçmek için para alındığından Half Peny Köprüsü olarak biliniyor. Nehir boyundaki caddelerde, birbirinden ilginç heykel ve anıtlar yer alıyor. En etkileyicisi kuşkusuz İrlanda tarihinde “Büyük Kıtlık”, “Patates Açlığı” olarak bilinen, binlerce insanın açlıktan öldüğü günlerin anısına yapılan heykel topluluğu. Yeri gelmişken o yıllarda Sultan Abdulmecit’in İngiltere Kraliçesi’nin tüm engellemelerine rağmen İrlanda’ya yardım gönderdiğini de hatırlatalım.
Renkli kapılı evlerle dolu sokaklarda yürümeye devam ediyoruz. Vakit daralınca yol sormak için durduğumuz şekerci büfesinde, İran Azerbeycanı’ndan olan satıcı sorularımıza Türkçe cevap verince şaşırıyor ama bir o kadar da seviniyoruz. Onun müze tarifiyle bizim yol boyunca aldığımız tarifler çelişince gördüğümüz bir otelin lobisinden harita istiyoruz. Görevli nazik, bir o kadar da ilgili. Gideceğimiz güzergâhı harita üzerinde işaretliyor. Hızlıca yürürken önce Joyce’un caddedeki heykeline denk geliyoruz ve ardından nihayet müze evin önündeyiz. Üç katlı binanın en üst katında Joyce’un kişisel eşyaları, yazı tahtası notları mevcut. Müzenin en ilgi çekici bölümü ise, diğer binayla arasındaki avlunun duvarında, romandan pasajlar ve Bloom’un uzun Haziran günü çizimleriyle yapılan kronoloji. Duvardaki çizimlerden bakan Joyce’la bir hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmiyoruz elbette…