Soğuk bir sonbahar gecesi, ayazın da etkisiyle buz kesmiş ortalık. Parası olmadığı için yürüyerek eve gitmeye çalışan bir adam. Daha birkaç ay önce el üstünde tutulan bir iş adamıyken, bu gece minibüse binecek parayı bile bulamamış. İstoç-Bağcılar arasındaki 4-5 kilometrelik mesafeyi adımlıyor gecenin karanlığında. Gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyor kareler; 55 yıllık ömrünün muhasebesi…
İlk karede; Ağrı’da refah ve mutluluk içinde başlamış bir çocukluğun üzerine düşen karabasan var; 6 yaşında annesiz kalmak. Doğum anında gelen bir ölüm bu. Hayata annesinin ölümüyle ‘merhaba’ diyen bebeğe bakmak evin evli ablasına kalır. İlk bebeğiyle birlikte kardeşini de emzirir. Ama dayanamaz annesizliğe bebek, bir yaşına gelmeden biter kısa hayat yolculuğu. Çocuklarına bakamayan baba yeniden evlenir. Şimdi rahmete giden üvey annenin ardından kötü konuşmak istemese de; o yıllar zor yıllardır küçük bir çocuğun dünyasında. Ev bir daha yuva olamaz ona.
Diğer bir karede; üvey annenin eve gelişiyle Cemalettin ve ağabeyi Bilen’e yalnızlık ve özlem dolu günlerin düştüğü yatılı okul yılları var. Önce yatılı Kur’an Kursu sonra okul. Evden uzakta Erzurum’da; geçen yıllar. Soğuk yurt binaları, gözler pencerede, kulaklar telefon anonsunda beklemekle geçen ilk gençlik. İstanbul’da çıraklıkla geçen yaz tatilleri. En çok bayramlarda ağırlaşır bu yük. Herkes bayram için evine giderken; koca yurtta tek başına kalır iki kardeş. O bayramların hüznü bir ömür boyu devam eder. En mutlu bayram sabahlarında bile bir hüzün vardır üzerinde. Hele de ağabeyiyle kucaklaşırken; yatakhanede baş başa geçirdikleri bayramlaşmaları hatırlar.
Başka bir karede; liseyi bitirdikten sonra İstanbul’a tamamen yerleşmek için gelen iki kardeş var. Tedirgin ama umut dolu. Ülkenin hem siyasi hem de ekonomik olarak çalkantılı bir dönemi olan 70’li yıllar. İki kardeş bir cam isleme atölyesinde çalışıyor. Yaşıtları politik mücadelelerin içinde ama onların hayata tutunmak gibi bir derdi var. Çocukken kaybettikleri aile ortamını, yuva hissini tekrar yaşamak, İstanbul’da bir hayat kurmak istiyorlar. Gecelerini gündüze katıyorlar bu yüzden. Zeytinburnu’nda tuttuklar evi, ‘bekar evi’ gibi değil; ‘aile evi gibi’ döşemişler. Gelen gidenleri de eksik olmamış. İstanbul’daki akrabalar, iş arkadaşları, komşuları sık sık misafir olmuş sofralarına, özellikle de ramazanlarda.
Bir mutluluk karesi var sırada. Hayatlarında o zamana kadar ki en mutlu kare belki de. İstanbul’da tutunabildiklerini hissettikleri an bu; atölye sahibi olmuşlardır artık. İki kardeşin çalışkanlığı yanlarında çalıştıkları atölye sahibi tarafından takdir edilmiş. Sektör değişikliğine giderken atölyeyi onlara taksitle devretmiş. Azimleri, dürüst çalışmaları önlerini açmış; bir bakmışlar ki “bir koliyle başladıkları iş bir anda 10 bin koliye ulaşmış”
Bir mutluluk karesi daha. İki kardeşin hayatına giren iki kız kardeş ve düğün fotoğrafları. Hali vakti düzeltip askerliği yaptıktan sonra; konu komşu ön ayak olur. Ardahanlı Gönül Hanımı abisi için istemeye gider Cemalettin. Geleneklere göre kız istediği kişiden küçük olduğu için dizleri üzerine çökerek yapar görevini. Birkaç yıl sonra aynı eve aynı sebeple yine giderler; bu kez Cemalettin için Gülay Hanımı abisi ve yengesi ister. Hayatın yükünü yıllardır birlikte göğüsleyen kardeşlerin; hayat ortağı da iki kardeş olur böylece. Bağcılar’da bir arsa alınır, iki kardeş, ilk katı eşleriyle birlikte gündüz atölyede, gece inşaatta çalışarak bitirir. Sonra başka katlar da çıkarlar üstüne. Halen o apartmanda altlı üstlü oturuyorlar.
Mutluluk karelerinin peş peşe geldiği zamanlar başlar sonra. İşler büyür, züccaciye piyasasının aranan firması olmuşlardır. İstoç’ta büyük bir atölye ve depo kiralanır, pazarlama ekipleri kurulur, ihracat başlar. İş hayatında başarı devam ederken; aile de bir yandan genişler. Çocuklar katılır aralarına birbiri ardına, aile apartmanı şenlenir.
Bu mutlu kareler, evin üçüncü çocuğu Burak’ın 6 aylıkken menenjit geçirmesiyle gölgelenir. Engelli bir çocuk hayatlarının orta yerinde büyük bir imtihan olarak yer alır. Ekonomik varlığın mutluluk getirmediğini küçük yaşta acı bir şekilde öğrenen Cemalettin Bey; gücün, büyük hastanelerin, ünlü doktorların şifa getiremediğini Burak’la yeniden tecrübe eder. Yükün büyük bölümü ise; Günay Hanım’ın sırtındadır tabi. Çünkü Cemalettin Bey, iyice büyüyen ticaret hayatında, pazarlama için şehir şehir dolaşmak zorundadır. O yüzden hep şükran içindedir eşine. Bu ağır yükü; bir kez olsun yüzünü asmadan yıllarca yerine getirdiği için.
Sıradaki kare ise; başka bir imtihanın habercisidir. Varlığa alıştıktan sonra yoklukla imtihan. Ülkenin yaşadığı krizler özellikle de 2001 krizi, sarsmış ekonomik güçlerini. Küçülerek, gayrimenkul satışlarıyla dayanmaya çalışmışlar. Ancak gelen yeni krizlerle düşüşün seyri daha da büyümüş. 2008’e gelindiğinde şirket artık resmi iflasını ilan etmek durumunda kalır. Bu iflasın tek sebebi ekonomik kriz veya yanlış yatırımlar değil kuşkusuz. Ortak ile rakiplerinin sık sık yüzlerine söylediği ‘ticaretin duygusallık’ kaldıramadığını şimdi artık Cemalettin Bey de anlamış: “Ticaret duygusallığı kaldırmıyor, bunu acı bir şekilde tecrübe ettik. Bizim yumuşak karnımız duygusallık. Şoföre mal teslim ediyorsun, güveniyorsun, stok takibi yapmıyorsun. Nasıl olsa O da sizin gibidir ‘emanete ihanet etmez’ diye düşünüyorsun. Mal gönderiyorsun verilen tarihte ödeme yapılır diyorsun. Bir üç ay daha istiyor. Tamam diyorsun ama sonra hiç ödemiyor, haciz göndersen çoluk çocuğu perişan olur diyorsun. Ama kimse senin gözünün yaşına bakmıyor”
İmtihanı zorlaştıran ise; insanların tavrı… İflas, borç ve hacizden daha ağır gelir; iyi günlerde dükkandan çıkmayan dostların, ticaret ahbaplarının bir selamı bile esirgeyişi, gördüklerinde yollarını değiştirmesi. Yaşananları kaldıramayan Ağabeyi içine çekilir, eve kapanır. Son alacaklıları gönderdikten sonra işyerinin kapısına kilit vuran Cemalettin Bey; o soğuk gecede eve vardığında, Burak’ı görünce bu lüksü olmadığını düşünür. Burak’ın babası olmak ‘pes etmemek’ demektir. İşte çoğu kişi için yolun sonu gibi görünen o gece; Cemalettin Sinan Kaya için yeni bir yolun başlangıcıdır.
Ertesi gün sabah erkenden yine İstoç’ta alır soluğu; bir avizecide işe başlar. Çocukları bile bu kararını kabullenmekte zorlanır. O’nun nefsine de ağır geldiği günler olur elbette. Ancak alın teriyle ekmeğini çıkardığını düşünerek teselli bulur. Uzun sürmez bu iş; çünkü atölye sahibi için de durum zordur. Yıllarca dostluk ettiği komşusunun yer temizlemesini, mal yüklemesini, çay demlemesini kaldıramaz.
İstoç’da o günlerde boşalan dükkan Cemalettin Bey’e yeni bir kapı açar. En çok sevdiği uğraşlardan biri, işi olacaktır artık; yemek yapmak… Gerisi Şener Şen ve Türkan Şoray’ın unutulmaz dizisi ‘ikinci bahar’ gibidir biraz. Bir yandan; boyasından su tesisatına kadar lokantayı hazırlamaya; bir yandan da servisin inceliklerini öğrenmek ve tabi eve ekmek götürebilmek için kahvaltı salonunda çalışmaya başlar. 6 ay sonra kahvaltı servisiyle açar, her ayrıntısına özendiği küçük lokantayı. Etraftaki kimse bu işi yapabileceğine ihtimal vermez. Ama sebat edince bir süre sonra öğle yemeği servisine başlayacak hale gelir.
En büyük yardımcısı ise eşi Gülay Hanım’dır. Sarmayı, mantıyı, köfteyi evde hazırlarlar birlikte akşamları. Nanesini, reyhanını saksıda yetiştiren Cemalettin Bey; titizlenir tüm yemeklere; tıpkı evde ailesine, sevdiklerine, misafirlerine yaparmış gibi. Bu çabası karşılıksız kalmaz. Öğle yemeğinde güzel bir tad almak, sıcak bir gülümseme görmek isteyenlerin uğrak adresi olur; lokanta.
Müşteriler, önce tencerelerin kapaklarını açıp bakıyor, kokluyor yemekleri ondan sonra veriyor siparişi. Zamanla gelenlerin damak tadını da anlamış Cemalettin Bey. “Bugün kabak dolması var seversiniz diyor” gelen banka çalışanına; bir yandan da kapıdaki asmadan kış için salamura yaptığını anlatıyor neşeli neşeli.
Üç yıl önce O’nu gördüklerinde yollarını değiştirenler bugün yine selam verir olmuş, hatta ‘dükkanı büyütelim, ortaklık kurarım’ teklifleri aldığını söylüyor. Ama bu hali yetiyor Cemalettin Bey’e. “Kanaat etmenin, olanla yetinmenin, şükretmenin’ en büyük zenginlik olduğunu anlamış çünkü. Çok yorulsa da ‘ömrünün en mutlu günleri’ olarak görüyor bu günleri. Yıllarca hasret kaldığı aile ortamını doyasıya yaşayabildiği için. Züccaciye devi oldukları yıllarda ailesine hasret kalmış, “Pazarlama işi bendeydi. Yollarda geçiyordu hayatım. Haftada ancak bir iki geceyi evde geçirebiliyordum. Şimdi 5’te dükkanı kapatıp, ertesi günün alışverişini yaptıktan sonra eve dönüyorum. Burak’a daha çok vakit ayırabiliyorum. Herkes bir şeye sığınır, ben önce Allah’a sonra Burak’a sığınıyorum. Bana bu dünyanın imtihan yeri olduğunu hatırlatıyor.”