Şehir ve yitirdiklerimiz konusunda düşünmeye devam etmek istiyorum bu yazıda da. Çünkü kaybımızın mimarî ve estetik gibi maddî yani görünür alanlarda olmadığı; dönüşen şehir halleriyle sükûnet, saygı, nezaket başta olmak üzere birçok insani özelliğimizin giderek kaybolduğunu görmemiz gerekiyor.
Özellikle büyük şehirlerde; sokağa çıkmak, işe gitmek, alışveriş yapmak, hastaneye gitmek kısacası günlük hayatın basit rutinleri bile eziyete dönüşüyor giderek. Trafikte herkesin birbirine bağırıp korna çaldığı yetmeyip el kol hareketi yaptığı, toplu ulaşım araçlarına ayakta sıkışmadan binebilmenin bile o günün şanslı gün olduğunu düşündürttüğü, çarşı pazarda türlü şaklabanlıklar olmadan satışın yapılmadığı, pankartların, bilboardların afişlerin adım başı yer aldığı; medyada bağırmadan, hakaret etmeden yapamayan kadın ve erkeklerin baş tacı edildiği bir hayatın içinde; bizi yoran ve yitirdiklerimizi bile fark etmeden, üstünde düşünmeden geçen bir hayat. Siyasetin diğerine hakaret edilmeden yapılamayacağını, ticaretin rekabetin en azılısını gerektirdiğini düşündüğümüz, kendimize yakın gördüklerimizin her türlü çirkefliğini normal karşıladığımız; ötekilerinin günahlarıyla kendimizi ‘aziz’ kıldığımız bir hayat günlük olağan rutinimiz oldu. Bu koşturmacalı, gürültülü ve patırtılı hayatı ne kadar içselleştirdiğimizi, yaşadığımız şehirlerin alt ve üst yapı sorunlarından kaynaklanan eziyetleri ne kadar normalleştirdiğimizi ve içerisine hapsedildiğimiz labirentleri görmek için buralardan biraz uzaklaşmak gerekiyor ara sırada.
Geçtiğimiz hafta, Belçika ağırlıklı olmak üzere Fransa ve Hollanda’yı da kapsayan bir seyahatteydim. Turistik tur değil toplu ulaşım araçlarını kullandığımız, şehirlerin günlük akışına karıştığımız bir geziydi bu. Paris, Amsterdam, Brüksel gibi Avrupa’nın büyük şehirlerindeki korunmuş tarihî dokuyu, insanın hayatını kolaylaştıran altyapıyı ve bunların hepsinin gündelik hayatın içinde olduğunca sadelikle yer aldığını görmek, beni yaşadığımız yorucu hayat ve yitirdiklerimiz açısından daha da üzdü. Batı toplumlarının bize göre daha abartısız, tüketim tuzağına düşmeden yaşadığını ve bizim vahşi bir kapitalizmin içinde olduğumuzu daha iyi idrak etmiş oldum açıkçası. Sevgililer Günü bunun en uygun örneği. Paris başta olmak üzere gördüğümüz bütün kentlerde Sevgililer Günü ile ilgili hazırlıklar, vurgular; çikolata ve çiçekçi dükkânlarındaki birkaç uyarı ve vitrin süsünden ibaret idi. Ne marketlerde, ne televizyonlarda ne de bilboardlarda (ki afiş ve bilboardlar şehir merkezlerinde neredeyse yer almıyor) peynirden ekmeğe, iPad’den pırlantaya kadar çeşitli ürünler için kampanyalar yer almıyordu. Oysa bizde her Sevgililer Günü’nün ardından yapılan ilk haberler bugün için yapılan harcamaların miktarıyla ilgili.
Yozlaşma, çifte standart, evsizler gibi itirazlar gelecektir kuşkusuz. Ancak evsizler dahil bütün olumsuzlukların bizde giderek arttığını ve bu ülkede sıradan bir insan olarak yaşamanın ağır bir bedel ödemek anlamına geldiğini kabullenmemiz gerekiyor. Sadece İstanbul değil diğer şehirlerimizde de küçük bir park gezintisinden aile ziyaretine her şey başta trafik ve sinirli insanlar yüzünden artık eziyete dönüşüyor girişte bahsettiğim gibi. Oysa Brüksel’de bütün bunları sakin ve dinginlik içinde yapmak mümkün, sadece orada değil, dünyanın en çok turist ağırlayan şehri Paris’te de. Neredeyse bütün müzelerde çocuklar için özel bir alan oluşturulmuş. Bebek arabasıyla bütün bir şehri baştan başa kat etmek mümkün, trafik ışıklarında geçiş üstünlüğü var yayaların, özellikle de çocukluların. En hoşuma giden yönü ise tüm gelişmişliğe rağmen büyük şehirlerde toprakla ilişkinin tümden kesilip betonlaşmaya gidilmemesi. Park ve meydan düzenlemelerinde bizdeki gibi sentetik, plastik malzemeler, kurgulanmış peyzaj örneklerinin aksine; toprak ve kum gibi doğal malzemelerin yer aldığı, ağaç ve çimenlerin tabii hallerinin korunduğu sade ama dingin nefes alma alanları oluşturulmuş. Bizde sadece cami çevrelerinde gördüğümüz güvercinlerin en işlek caddelerde insanlardan hiç kaçmadan salınması bile çok şey anlatıyordu. Güvercinleri her gördüğümde ‘Bu topraklarda güvercinlere dokunulmaz’ yazısını yazdığı gün katledilen Hrant Dink’i anmadan edemedim.
Yeni medeniyet tasavvurumuzun sadece ‘günü kurtarmak’ üzerine bina edilmesi; Avrupa şehirleriyle bizim şehirlerimiz arasındaki uçurumun en büyük sebebi bana kalırsa. Devamlılığın esası aynı partinin aynı anlayışın döneminde bile mümkün olmuyor. Göreve her yeni gelen, önceki dönemin iyi bir projesini devam ettirmeyi ‘acziyet’ olarak görüyor. O yüzden hem maddî hem de manevî olarak bir ‘yama’ya dönüşüyor medeniyetimiz. En büyük altyapı projeleri bile birkaç yıl sonrası hesaplanarak değil, sadece o günün koşullarına göre yapılıyor. Sorun çıktığında yeni bir yama yapılır nasıl olsa.
Kâğıttaki vizyonu uygulamaya geçirmek maharet
AK Parti’nin iki gün önce yayınlanan seçim beyannamesi; (Başbakan’ın kutuplaştırıcı konuşmaları ve seçim şarkısı inandırıcılık sorunu yaşatsa da) yerel seçimlerin olması gerektiği gibi şehir ve medeniyet vizyonu konusunda yeni bir dönemin müjdesini veriyor. İnsan dostu, çevre dostu, estetik, katılımcı ve müreffeh olacağı vurgulanan bu yeni dönemin yüz yıllık süreçte yok edilen medeniyet tasavvurumuzun yeniden inşa edileceği vurgulanıyor. Bu sevindirici bir gelişme. Ancak kâğıt üzerinde iyi duran bu vizyonun uygulanması konusunda gördüğümüz uyumsuzluklar ve son 10 yıldaki betonlaşma ve yapılaşmayla ilgili özeleştirinin hiç yer almayışı, geleceğe umutla bakmayı engelliyor. Gecekondulaşmayı önlenmekle övünülen TOKİ’lerin gecekondularda tabiat ve insanlarla yürütülen sağlıklı ilişkiyi, mahalle kavramını ortadan kaldırdığını, lüks sitelerle toplumun sınıfsal olarak bölünüp etkileşimin yok edildiğini, kentsel dönüşümün çoğu yerde soylulaştırma ve rant girişimlerine sahne olduğunu, yeni ağaçlar, parklar yapmanın var olanları yapılaşmaya açmayı haklı hale getirmediğini görmek gerekiyor. Şehir ve medeniyet tasavvuru, öncelikle olanın korunmasını esas almalı. Beyannamede yukarıda eleştirdiğim geleceği düşünmeden hareket etme konusunun önlenmesi için 50-100 yıllık planların yapılacağı da belirtiliyor. Bu sadece proje ve planla halledilecek bir konu değil; koruma odaklı bir denetime ihtiyaç var. En azından tarihî şehirlerde her müteahhidin kafasına göre bina yapmasının, o şehrin dokusuna uymayan malzeme kullanmasının birbirini perdeleyen binaların yapılmasının önlenmesi gerekiyor. Estetiğin en büyük düşmanlarından olan görsel kirliliğin en çok belediyelerin tanıtım ve propaganda bilboardlarıyla yapıldığını yine devasa davetiyeler, hizmeti aşan açılış törenleri başta olmak üzere birçok konuda belediyeler için gerçek bir denetim ve şeffaflık gerekiyor. Seçim döneminde yapılan kaldırımların maliyet ve ranta açıklığının yanı sıra; bebek ve engelli arabalarının rahat hareket edip etmediğinin denetlenmesiyle başlayabilir vaat edilen şehir tasavvuru; bunun için 30 Mart’ı beklemeye gerek yok kanımca.