Hak ve özgürlüklerin elde edilmesinin, Kürt meselesinin çözümünün en önemli aşamalarından biri olduğu kesin. Ancak üzerinde artık durulması gereken önemli başka bir konu ise; zorunlu göçlerin oluşturduğu travma ve yozlaşma.
Artık diyorum çünkü Kürtlerin uzun çatışma yılları boyunca kaybettiklerinin bugünümüze yansıması; asayiş haberleri olarak bakılıp geçilen trajik olaylarla kendini gösteriyor.
Ailesini katleden uyuşturucu bağımlısı gençler, artan kadın cinayetleri, arazi kavgalarında giden canlar. Bütün bu sıradan gibi görünen asayiş haberleri aslında Kürtlerin uzun yıllar boyunca zorunlu göçler başta olmak üzere yaşadıkları kayıpların ağır tezahürü.
Yaşanan bütün acı olaylara rağmen toprağında kalabilenler; hem maddî hem de manevî olarak hayatın, kültürün sürdürülmesini sağladılar. Ocağın tüttüğü evlerde atadan babadan deneyimlenen kadim kültür, çocuklara kesintisiz devredildi. Yaşanan acıların travmaları aile bağları içinde olabildiğince sarıldı sarmalandı.
Toprağından zorla edilenlerin travmaları ise halen nesilden nesile aktarılıyor. Zorunlu göçlerin ardından Diyarbakır başta olmak üzere şehirlerin varoşlarına yerleşen yüz binlerin karşı karşıya kaldığı sadece yoksulluk olmadı. Ki yoksulluğun yaygın olarak konuşulduğu haliyle Kürt meselesinin sebebi değil sonucu olduğunu; bu durumun özellikle zorunlu göçlerden sonra Kürtlerin kaderi olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Zorunlu göçlerin ardından Kürtlerin karşı karşıya kaldığı diğer bir başa çıkılmaz durum ise yozlaşma oldu kuşkusuz. Devlet tıpkı zorunlu göçlerde olduğu gibi uyuşturucu ve fuhşa sürüklenişi; ‘örgüte insan kaptırmaktan’ daha evla görüp teşvik etti bir bakıma.
Akil İnsanlar Grubu’ndan Etyen Mahçupyan, Güneydoğu izlenimlerinin ‘yozlaşma’ başlıklı bölümünde bu durumu şöyle analiz ediyordu: “Uyuşturucu bağımlısı olanların kolayca satın alınabileceği, muhbir olarak kullanılabileceği düşünüldü ve bu bakış asker ve polis eliyle hayata geçirildi. Kentlerde uyuşturucunun yaygın olduğu bölgeler, genellikle polisin zırhlı araçlarla girdiği mahalle ve sokaklardı. Görgü tanıklarının verdiği ifadelere göre birçok yerde jandarma kıyafetli kimseler çöp bidonlarına içinde uyuşturucu olan çöp paketleri atmayı rutin hale getirmişlerdi. Ufak yaşta çocuklar bu işlemi biliyor ve o paketleri bidonlardan topluyorlardı.”
Bu durumun örgütlü Kürtlerin bir anlamda işine geldiğini de belirten Etyen Mahçupyan bunun sebebini ise şöyle izah ediyordu: “Çocukların bağımlılığı, karşıt gösterilerin ve sokak sahiplenmesinin de zemininin oluşmasını besledi. Gençler uyuşturucu bağımlılığı ile siyasi militanlığın iç içe geçtiği ve birbirini pekiştirdiği yoz bir ‘büyüme’ döneminin içinden geçmek durumunda kaldılar.”
Min Dit çığlığı
Zorunlu göçlerin meydana getirdiği bu kayıp nesiller; sadece çatışma dönemlerinde değil, normalleşme dönemlerinde bile ne devletin ne de Kürt hareketinin gündeminde yer alamadı. Devletin zorunlu göçle ilgili tek öngörüsü; yoksulluk ile ilgili çalışmalar oldu. Elektriği olmayan eve buzdolabı göndermek gibi. Kürt hareketinin ise hep atılacak yeni adımları, yürütülecek mücadeleleri vardı. Doğrusu durup olup bitenleri görebilecek kadar uzun bir normalleşme dönemi de pek yaşanamadı. Zorunlu göçlerin maddî olumsuzlukları yani işsizlik, yoksulluk gibi konuları onlar da önemsedi; açlık sınırındaki aileler için gıda bankaları kuruldu. Ama kuşaktan kuşağa aktarılan travmalar, yerinden edilmeyle kaybolan kültür yapısı gibi psikolojik ve sosyolojik yönlerin henüz ciddiyetle üzerinde durulmuş değil.
Evrim Alataş’ın senaryosunu yazdığı Min Dit filmi zorunlu göçlerin faili meçhullerin bir Kürt ailesinin özelinde nesilleri nasıl bir geleceğe ittiğini çarpıcı bir şekilde anlatır. Kimsesiz kalan çocukların şehrin göbeğinde suç ve fuhuşla nasıl buluştuğunu ve nasıl bir kayıp neslin oluştuğunu. Memleketin batısında ilk Kürt filmi olduğu için tepki çeken film doğusunda ise; acı gerçeği yani çocukların adım adım kayboluşuna seyirci kaldığını dile getirdiği için tepki gördü. Genç yaşta kansere yenik düşen Evrim Alataş, Taraf gazetesinde yer alan son yazısında Min Dit’in karşı karşıya kaldığı tepkilere duyduğu üzüntüyü ve sahiplenilmeyişini şöyle anlatıyordu: “Filmde anne-babası JİTEM tarafından öldürülen ve yalnız kalan, sokaklara düşüp kendi intikamını alan, şiddet ortamında şekillenip, en nihayetinde yolu İstanbul’daki hırsızlık çeteleriyle buluşan iki çocuk… Demem o ki çözülmüş bir “mutlu son” yok. Kimseler gelip o çocukları ‘Gel yavrum, senin annenle baban birer militandı, artık benim şefkatli kollarıma emanetsin’ demiyor. Ama biz ne yapalım, gerçek bir hayat hikâyesinden esinlendiğimizi kimseye anlatamıyoruz. ‘Böyle politik bir şehirde nasıl olur da iki çocuk sahipsiz kalır, bu film bizi yansıtmıyor.’ Bir yerde başka tepkiler, öbür yerde başka. Ne İsa ne Musa dedikleri bu olsa gerek.”
Evrim Alataş’ın Min Dit’le aldığı tepkiler bugün de halen devam ediyor. Özellikle Kürtler zorunlu göçlerin bünyelerinde oluşturduğu tahribatı, yeni nesillere aktarılan travmaları görmezden gelerek çözümün sadece siyasi süreçlerle olacağını savunuyor hararetle. Oysa yukarıda belirttiğim gibi siyasi çözümün ya sıra toplumsal bir rehabilitasyonun gerekliliği tekrarlanan acı olaylarla kendini gösteriyor. Yüzleşme ve helalleşme aşamalarında zorunlu göçler ilk sırada olmalı mutlaka.
Bu arada çatışma sonrası bizi bekleyen durumlara değinmişken; bölgede tapu kadastro sorunları sebebiyle yaşanan arazi anlaşmazlıklarına dikkat çekmekte de fayda var. Bismil ve Muş’ta son yaşanan ölümler ve olaylar bu konuda ciddi bir tetkikin yapılması gerektiğini ortaya koyuyor. Bu konuda yoğun çaba gösteren Midyat Merkezli Mıhallemiler Derneği Başkanı Mehmet Ali Aslan; bölgede insanlar arasında yeni kin, düşmanlık ve kan davalarının yaşanmaması için sorunlu olan tüm yerleşim bölgelerinde kadastro çalışmalarının yeniden yapılması gerektiğini belirterek, bu çalışmalarda bilirkişi olarak sadece muhtar ve köy heyetinin seçilmemesini; arazilerin geçmiş süreçteki sahiplerinin ve arazi komşularının hazır bulundurulması gerektiğine dikkat çekiyor.