Tuhaf kelimesinin tuhaf kaldığı, yaşanılanları anlatmaya yetmediği günler… Kimisi için işkence, sürgün, ölüm ve daha birçok acıyla geçirilen yıllardan sonra hayatı yeniden hatırlamanın, ona yeniden bağlanmanın anlamı olan çözüm süreci; kimileri için sadece analiz üzerine analiz yapacakları, hiçbir öngörüleri tutmasa da her yeni duruma hemen adapte olup söz söyleyecekleri bir alan işlevi görüyor.
Kimileri içinse; sadece kendi iktidarının varlığının devamı için sarınılan ve ötekilere bir de ‘barış karşıtı’ olarak öfke kusulacak siyasi bir duruş. Çatışma ve savaş da böyleydi hiç kuşkusuz. O yüzden yıllarca gencecik çocukların ölümüne seyirci kalındı; hayatları değil ölümleri kutsandı. Şimdilerde herkesin sarıldığı argümanın ‘cenazeler gelmiyor’ oluşuna bakmayın; ‘cenazelerin gelmesi’ normal karşılandığı için yıllarca sürdü savaş halleri. Şimdi yine taraflar birbirlerini ‘yeterince güçlü olmamakla’ iğneleyip ‘sözünde durmamakla’ suçlayıp, ‘serhildanlarla’ tehdit etmeye başlamışken, tarafgirler de kendi iktidarlarının haklılığı için argüman döşenirken; bayramda, yerinde gördüğüm bu hayata yeniden tutunma hallerini hatırlatmak istiyorum.
Çünkü hepimizin geçtiğimiz aylarda Diyarbakır’da süreci nasıl değerlendirdiğini sorduğum bir kadının ‘hani yıllarca çocuk sahibi olmayı istersin sonra hamile kaldığında çok sevinir ama nazar değmesin diye kimseye söylemezsin, üzerine titrersin, işte böyle bir şey’ sözleriyle tasvir ettiği gibi; bu süreci siyaset ve iktidar üstü görmemizden başka çıkar yolumuz yok. Çözüm süreci deyip geçilen şeyin aslında ‘yeniden başlamak’ olduğunu ve çoğu zaman siyaset penceresinden değil günlük hayat pratiklerinden bakılması gerektiğini unutmamak lazım. Van Kadın Derneği tarafından pazar günü Van’da düzenlenen toplantıda; yazar Fazilet Çulha, ‘ölümlerin durdurulmasının’ ilk aşama olduğunu, gerçek barışın ‘yarını planlamak’, ‘huzuru planlamak’, ‘geleceği planlamak’ olduğunu belirterek, “Ağaç dikmektir barış.” diye konuşunca; Avukat Rojbin Tugan, bununla ilgili çarpıcı bir anekdot anlattı. Yıllar önce bir gazetecinin televizyondaki tartışma programında Şemdinli ve Hakkâri’yi anlatırken “Bir ağaç bile dikmiyorlar.” demesi üzerine programa bağlanan bir vatandaş, “Ağaç dikmek, yarının olacağına inanmaktır, bizim yarınımız yok.” demiş.
İşte çatışmasız günler ve barışın geleceği ümidinin; sadece insanlara değil coğrafyaya sindiğini de hissettim son gidişimde. Nasıl sinmesin, gündüz geçilmeye korkulan yollarda memleketin diğer taraflarında olduğu gibi gece de korkusuzca seyahat edilebiliyor. 30 kilometrelik yolda 7 arama noktası vardı daha düne kadar. Bu basit gibi görünen durumun insana nasıl iyi geldiğini, kendi toprağına kontrol noktalarından geçerek gidenler anlayabilir.
Uzun süredir ekilmeyen tarlalar yeniden ekilmiş, çarşı ve pazarda dışarıdan gelen meyve ve sebzeler değil, toprağında yetişenler var artık. Yıllarca suskunlaşan köy sokaklarında, bahçelerinde çocukların neşeli kahkahaları duyuluyor. Kadınlar, ikindi serinliklerinde ağaç altlarında ölümleri değil, ülkenin başka kasabalarında olduğu gibi gündelik telaşları konuşuyor. Gençler akranları gibi gelecekle ilgili planlar yapar olmuş. Yeni iş kuranlar, evini büyütmeye çalışanlar, kısacası gündelik telaşları hayatın. Bana hep günlerce hastanede kalan bir hastanın taburcu olacağı günlerdeki sevincini hatırlattı bu durum. Tam da bir ömür boyu o hastane odasında kalacağını düşündüğü sıralarda ‘iyileştin, artık evine gidebilirsin’ müjdesini alan bir hastanın hissiyatını, sevincini hayal edin.
PKK üstü bir çözüm
Kimsenin insanların sevinçlerini kursaklarında bırakmaya, umutlarını söndürmeye, yüreği ağzında yaşadığı günlere döndürmeye hakkı olmamalı. Bu konuda tarihî ve insanî sorumluluk hükümetin üzerinde. O yüzden son günlerdeki tehditlere, komplo teorilerine, kaos manşetlerine bakmadan kararlılığını sürdürmesi gerekiyor. Bu kararlılığı sürdürürken; ana dil ve anayasal güvence gibi konuların hayatiyetini de unutmaması şart. Süreç her halükârda PKK üstü olmak zorunda. Onu yok saymayan ama tek muhatap da kabul etmeyen bir süreçten söz ediyorum. Sadece sürecin değil, Kürtlerin haklarının da PKK’nın silahına veya silahsızlığına endekslenmemesi lazım. Barış sürecinin başlangıcından bu yana yapılanlar, açıklamalar, tutumlar sadece PKK’ya endeksli bir sürecin ne kadar kolay rayından çıkabileceğini ortaya koyuyor.
Öte yandan biraz önce yukarıda anlattığım umutlu halin tek karamsarlığını; ‘bundan sonra ne olacağı ve örgütün konumlanmasının şekli’ oluşturuyor.Özellikle bazı analizcilerin sürecin başarısının altını Öcalan’ı veya onun örgüt üzerindeki etkisini kutsayarak çizmesi; gelecek yapılanmasında yine örgütün etkin olacağı tedirginliğine yol açıyor. Bu konuda tedirgin olmalarının yaşanmış bir pratikle ilgisi var. Örgüte yakın çevrelerin süreci iktidarlarının güçlenmesi için propaganda faaliyetleriyle geçirdiğini ve hükümet yetkililerinin olumsuz açıklamalarının yahut demokratikleşmeyle ilgili ikircikli adımlarının işlerini kolaylaştırdığını da ekleyeyim.
Bayram günlerinde gördüğümüz tek askerî araç, Pervari yolunda kimlik yoklaması yapan bir TOMA oldu. Sebebi ise Siirt Valisi Ahmet Aydın’ın da açıkladığı gibi son zamanlarda dağa çıkışların artmış olmasıydı. Bazı çevreler dağa çıkışların artmasının sebebinin ‘dağdan inenlerin devlette istihdam edileceği’yle ilgili söylentiler olduğunu belirtiyordu. Söylentinin nasıl çıktığını bilmiyorum ama bu bile insanların artık hayata tutunmak istediğini gösteriyor. Ama her şeye rağmen; PKK tabanının büyük çoğunluğu da dahil olmak üzere Kürt toplumunun, barış sürecini sabote edenleri eskisi gibi sahiplenmeyeceği ortada. Çatışmasız ortam her şeyin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor, körü körüne bir bağlılığı sürdürmenin zararının en çok kendilerine dokunduğunu fark etmiş durumdalar. Sürecin kalıcılığına olan inancımın sebebi en çok da bu durum. Yeter ki; Kürt meselesinin ne olduğunu ve ne olmadığını artık iyi bildiğine inandığımız hükümet, yukarıda belirttiğim gibi çözümle ilgili kararlılığını sürdürsün ve tüm toplumu kuşatıcı demokratikleşme adımlarını sıklaştırsın.