Safları Sıklaştırırken Gönülleri Dağıtmak

Barış sürecinde olduğu gibi Taksim’den ülkeye yayılan olayları da kaybeden-kazanan üzerinden değerlendiriyor olmak, Türkiye’nin bütün kamplaşmaların ötesinde, aslında artık ‘materyalizm’de buluştuğunu ortaya koyuyor bir bakıma.

Müslüman, İslamcı veya muhafazakar çevrelerin, zihin ve dil olarak hızla seküler dünyayla aynılaştığı, bu hır gür ortamının bitmesinden sonra üzerinde en çok düşünmemiz gereken konu bana göre.Ulusal ve uluslararası bir tarafı olduğuna benim de inandığım ama resmin sadece bu olmadığını da bildiğim olaylarla ilgili hükümet tarafında başta olmak üzere her iki tarafta yeterince saflar sıklaştığı için, bahsettiğim zihniyet dönüşümü üzerinde düşünmek bana daha anlamlı geliyor bugünlerde.

Çünkü yakın tarihimizdeki bütün olaylarda provokasyon, komplolar, dış güçler olduğu doğru ama bu olayların asıl vahameti; sıradan insanların kapı komşusunun boğazına sarılabildiği gerçeğidir. İki gün önce birlikte sorunsuz yaşadığı komşusuna bu denli düşman kesilmenin tüm vebalini provokasyona, komploya bağlamak kaçışların en kolayıdır. Gezi olaylarında durumun bu hale gelmemesi boğazlaşmanın bir kısmının sosyal medyada yaşanmasından kaynaklandı. Bu belki de sokaklarda daha kötü olayların yaşanmasını önledi ama ortam sanal da olsa kullanıcıların gerçek olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Dünyaya materyalist felsefeyle bakanların; ahde vefa, düşmana bile iyi niyetli bakabilme düsturlarına göre davranmasını bekleyemeyebiliriz ama maneviyat eksenli düşünenlerin unutmaması gereken çerçeve, ‘bir insanı öldürmek veya kurtarmanın bütün insanlığı öldürmek veya kurtarmakla’ eşdeğer olduğuyla çizilmiştir. Bunun pratikteki örneği Peygamber Efendimiz’in karşılaştığı en büyük düşmanlıklara, öfkelere karşı hoşgörüyle bakmayı ve affedici olmayı başarmış olmasıdır. Ülkenin gidişatını, hükümetin devamını safları sıklaştırmakta bulanların bunu gerekirse gönül yıkarak yapabileceğini düşünmesi; bana camilerde namaz öncesi yaşanan durumu hatırlatıyor. Hani tam huşu içinde namaza duracakken sizi dürterek hatta iterek safları sıklaştırmak isteyenler; kendilerince sizin ve namazın iyiliği için yapıyorlar bunu kuşkusuz. Safların sıklığına o kadar takılmışlardır ki; kalıpları düzleştirirken kırdıkları gönülleri umursamazlar.

İnsana rağmen insan için hizmet etmek, onun hayatını dizayn etmek ulus devletle hayatımıza giren modern bir dayatma. “Bu bir emirdir mutlu olun” komutlarıyla, müzikten giyime, yaşam biçiminden inanç sistemine kadar giden bir hayat kurgulanmaya çalışıldı. Ve bu emirlere uymayanlar sertlikle, zulümle baskılanmaya çalışıldı. Bu sorunlarımızın en yakıcısı Kürt meselesinde çözüm süreci devam ediyorken; orada pratikte kabul edilen durum bu son yaşadığımız Gezi olaylarında teori olarak bile hatırlanmadı. Kodlar eski gelenekteki gibi çalışıyor: “Ortada bir kriz anı var, önemli olan bunu halletmek; bunun yolu sertlikten geçiyor. Sonrasını sonra düşünürüz…” Sıklaşan saflardaki kabul de aynıydı: “Hassas zamanlar, o halde her şey mubah.” Dağdakiler sebebiyle ovadaki köylerin ateşe verildiği zorunlu göç yıllarındaki akıl da tıpkı böyleydi. Aslında devletin kodları aşağı yukarı hep böyle çalışıyor: “Sorunlu veya senin sorun gördüğün çocuğun elindeki oyuncağı yere çarp, sonra kırıkları birleştirip eline ver, olmazsa yenisini ver…”

Başbakan olaylar durulduğunda, yerel seçimlerde istenen başarı elde edildiğinde kuşkusuz çıkıp herkesin gönlünü alacak bir balkon konuşması yapacak. Onun dönemindeki siyaset tecrübesinden de biliyoruz; devletin önceki tecrübelerinden de. O halde burada kabul edilmesi gereken; dönüşenin ne olduğunu fark etmektir. Bu dönüşme sürecinde en çok savrulan durum da; kalkınmanın otomatikman adaleti sağladığını düşünmek. Yeni yollar, yeni köprüler, yeni inşaatların kısacası kentleşmenin, sanayileşmenin adalet tesisinden önceye alınması. Bunda tabiat başta olmak üzere dünyayla kurulan bağın emanet bilincinden mülkiyete çevrilmesinin büyük payı var. Tabiatla kurulan ilişkinin maneviyattan bu kadar ayrı ele alınması materyalist zihniyetin ne kadar hızlı tecelli ettiğini gösteriyor.

Oysa âlemin bizim emrimize değil bize emanet olarak verildiğini ve bizim de her emanet sahibi gibi bunu olabildiğince koruyup bizden sonrakilere devretmesi gerektiğini unutmamamız gerekiyor. Tabiatla kurulan bu fıtri bağ koptukça hayata sadece materyalizm ve modernizm penceresinden bakınca nice büyük kentler kurarsak kuralım bu kentlerdeki yaşamın ‘mümince’ olmadığını da göreceğiz. Dil sürçmesi olduğunu temenni ettiğim “halkımıza rant sağlıyoruz” cümlesinin felsefesiyle kurulacak yeni bir dünyada; çocuklarımıza bırakacağımız müreffeh gibi görünse de aslında ‘hazzı ve egoyu’ önceleyen bir yalnızlık gökdeleninden başka bir şey olmayacaktır. Bizim geleneğimizin temelinde mahremiyetini koruyan ama bir o kadar da paylaşma ve dayanışmayı esas alan ‘mahalle’ kültürü var; steril ve korunaklı mekanlar değil. Üzerinde ne kadar etkim olur bilmiyorum ama; Gezi olaylarıyla ilgili yeni bir dil ve siyaset oluşturmak isteyen sol ve liberal çevrelerin süreçle ilgili; eylemi insandan üstün tutmak, toplumun hassasiyetlerini yaşandığı an dikkate almamak, üstenci ve pervasız dilden arınamamak konularında özeleştiri yapmalarının gerekliliğini de hatırlatmak istiyorum.

Her şeye rağmen insaniyeti, iyi niyeti, farklılıklara rağmen bir arada yaşayabilmenin güzelliğini ve tabiatı önceleyenler olarak bu gergin ortamın üzerimize serptiği ‘kırgınlık ve tükenmişlik’ duygusundan kurtulmamız gerekiyor. Son yıllarda hemen bir çırpıda sırtımızı dönemeyecek kadar güzel dostluklar ve sahici birliktelikler kurduk itelendiğimiz labirentlerden çıkarak. Bundan sonra da yapacağımız dayatılmak istenen yeni korkulara, öfkelere yenilmemek ve öncekinden daha sahici bir karşılaşmayı sürdürülebilir kılmak.

Site Footer