Genç yaşta kansere yenilen Evrim Alataş’ın ilk kitabı; Mayoz Bölünme Hikayeleri, İletişim Yayınları’nca yeniden basıldı. Kitabın isminden de anlaşılabileceği gibi;
Alataş’ın kaleminin en önemli özelliği; en acı olayı bile mizahi bir dilde yazabilme becerisiydi. Alataş; bunun bilinçli bir seçim olduğunu kitabın önsözünde şu şekilde dile getiriyor: “Yıllarca kaybettiklerimizin dökümlerini yaptık hep. Acı bizden başlayıp bize dökülen bir dere oldu. Yüreğimiz ve beynimiz bir “korkunç anılar deposu”na dönüştü. Oysa biraz da gülerek bakmak gerekir hayata. Güldüğümüz kendimiz bile olsak. Yani “alem buysa kral biziz” demek lazım bazen. Yangınlardan çıkıp da paçalarımızdaki yanığa gülmek lazım”
Yıllardır acının bizi getirdiği kıyıda; durup yaşananlara böyle incelikli ve farklı bakabilme hali üstesinden çok gelinen bir durum değil. O yüzden Evrim Alataş’ın bize bıraktığı üç önemli yapıtı hatırlatmak istiyorum. İlki Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer romanı, ikincisi senaryosunu yazdığı MinDit filmi üçüncüsü ise, Taraf’ta yazdığı yazılar. Her biri kısa hayata sığdırılan büyük bir emeğin eseri.
Özellikle Taraf yazılarının da bir kitapta toplanmasının bugün kıyısında olduğumuz barış sürecine büyük katkı olacağını düşünüyorum. Çünkü Alataş, hem çatışma sürecini hem de yaşanan değişimi çok iyi gözlemleyen ve tarafsız aktarabilen bir yazardı. Özellikle zorunlu göçün oluşturduğu yarılmayı ve bu yarılmayı bilmeyenlerin Kürtleri nasıl kolay ötekileştirdiğini çok çarpıcı bir şekilde dile getirebiliyordu:
“Kürtlerin şu anda bilhassa büyük şehirlerdeki imajı hiç hoş görünmüyor. Çingenelerinki gibi. Ne içün peki? Her iki toplum da “vatansız”. Kıssadan hissesi şu: Cumhuriyet kurulduktan sonra Kürtler gol yedi mi? Yedi…
Temizinden hem de. Ne çoğunluğa dahil olabildiler ne de azınlığa. Sırtlarında taşıdıkları mermiler yanlarına kâr kaldı.“Olmasalardı, biz Fransız işgalinden falan kurtulamazdık” gibi… Lozan geldi geçti, ortada “siz kardeşsiniz” diye uzaktan bağıran bir devletten başka elde avuçta bir şey kalmadı. Zamanla, kardeş olsak bile “kız alıp verdik, evlendik birbirimizle” diye bir başka argümana sarıldık. Sonra savaş koptu, kızılca kıyamet. O vakte kadar taş üstüne taş konulmamış memlekette, binlerce köy boşalınca, haydi bakalım…
Boşalmış köy sadece evsizlik ve yersizlik değildir kardeşlerim. Bir köy boşalırsa, oradaki sosyalite, ahlak, hukuk ve kültür de dağılır. Bu sebepledir ki kendi köylerinde kusuru az olan insanlar –Kürdü Türkü fark etmez- büyük şehirlere gittiklerinde birer suçluya dönüşebilirler. Neden? Çünkü denetim mekanizmasını da kaybetmişlerdir. Velhasıl, evini, çocuğunu, köyünü, ekmeğini kaybedip de kentlerde varolmaya çalışan insanlardan her zaman her koşulda umuduna ve onuruna sahip çıkmasını “geleneksel ve de klasik” anlamda bekleyemezsin. Hiç kimsenin, hiçbir halkın geninde “bozukluk” yoktur. O köylerde duman yükselirken ruhun duymamışsa eğer, o yüzüne duman isi bulaşmış, ruhu yanmış, ne bileyim babasına bok yedirilmiş çocukların gelip de bayram günlerinde elini öpüp bayram şekeri falan istemesini bekleme.”
HİKAYESİNİ ANLATMAK DA FİLMİNİ ÇEKMEK DE ZOR
Taraf’taki son yazıda bu tarafsız bakışı sebebiyle çok zorlandığını Min Dit filmiyle ilgili yaşadığı sıkıntılarla birlikte şöyle dile getirmişti Alataş: “Kimseye yaranamamak diye bir şey hakikaten varmış. Hiç de güzel bir şey değilmiş. Sınırlı ve kıt imkânlarla sayılı kopyalanabiliyor film. Öyle “Heyyy vizyondayız, bizi izleyin anacığım, gişe rekorları kıracağız” nereeee, biz nere! Filmde anne babası JİTEM tarafından öldürülen ve yalnız kalan, sokaklara düşüp kendi intikamını alan, şiddet ortamında şekillenip, en nihayetinde yolu İstanbul’daki hırsızlık çeteleriyle buluşan iki çocuk… Demem o ki çözülmüş bir “mutlu son” yok. Biz ne yapalım, gerçek bir hayat hikâyesinden esinlendiğimizi kimseye anlatamıyoruz. “Böyle politik bir şehirde nasıl olur da iki çocuk sahipsiz kalır, bu film bizi yansıtmıyor” eleştirileri. Ne İsa ne Musa dedikleri bu olsa gerek. İki halk ve tamamen kopmuş iki dil. Gir bakalım araya, nereye buyur edileceksin. İyi bir şey mi yaptın, kötü bir şey mi? Sahi sen bunu niye yaptın? Kürt sineması nereye düşer abilerim ablalarım, emek nereye… “
ATLARIN BİLE SAKINCALI OLDUĞU GÜNLERDEN BUGÜNLERE
Mayoz Bölünme Hikayeleri ise, 90’lı yıllarla ilgili arşiv kayıtlarından derlenen bir kitap. Zulüm tarihinin trajikomik hikayeleri de diyebiliriz. Alataş kitabında ‘olağanüstü hal’ ortamında Kürtlerin yaşadığı acıların mizahını yapıyor. Hayatın içinde akıp giden trajikomiği anlatıyor aslında. İşte onlardan biri: “Van’ın Gevaş ilçesi Arpet köyü…
8 Ağustos 1997’de köy yakınlarında devriye gezen Koçak Karakolu’na bağlı askerler, köyün bir kilometre ilerisinde bir atın ayak izine rastlar. Nasıl olur da bir at, köyün bir kilometre ilerisine kadar gider? Kesin bir pislik var bu işte ama dur bakalım der, tahkikata başlarlar. İddiaya göre askerler, önce atın ayak izini itinayla ölçer, sonra da sahibini aramaya koyulurlar. İz süre süre sonunda köy sakinlerinden Seferi Hakan’ın evine ulaşırlar. Hikaye, Kül Kedisi Sinderella’nın ayakkabısının saray görevlilerince her genç kızın ayağına denenip, Kül Kedisi’ne ulaşması kadar keyif verici ve yaratıcı bir şekilde seyreder. Atı bulup aldıkları ölçü ile atın ayağını kıyaslarlar. Ölçü tutar. Atın ipi çekilir ve uygun adım marş, karakolun yolu tutulur. Askerler atı bir daire içine almışlardır. Sadece atın götürülecek hali yok ya, Seferi Hakan da götürülür karakola. Sorgu başlar:
Bu at ne arar taaa oralarda? Bizi kandıramazsın, bu at PKK’ya erzak taşıyordu kesin diye. Seferi Hakan da atın kendisine ait olmadığını, köyün ortak malı olduğunu söyler. Neyse, bizim köylü serbest bırakılır ama atın sorgusu sürer. At, tam üç gün karakolda aç susuz kalır ve sonunda dayanamayıp bir yolunu bularak nallarını yağladığı gibi kaçar karakoldan. Askerler de soruşturmadan vazgeçer. Ama olan ata olur. Artık fişlenmiş ve yalnızdır. Korkudan kimse onu sahiplenemez.”
Sadece atların değil tuzlukların, yiyeceklerin, müziklerin sakıncalı bulunduğu, düğünlerle ilgili genelgelerin yayınlandığı, nice trajikomik hal. Barış sürecinde olduğumuz bu günlerde nasıl bir karanlık kuyunun içinden geldiğimizi hatırlatması açısından da bugünlerde yeniden okunması elzem. Bugüne ve barışa daha iyi sarılabilmek için başucu eserlerinden biri olmaya aday: Mayoz Bölünme Hikayeleri…