Kimliği ‘Ölümcül’ Kılan Kişilikler

Başlık; Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” kitabını çağrıştırmıştır kuşkusuz. Kimliklere dair denemeleri içeren bu eserinde, ‘kimliğin’ nasıl ölümcül hale gelebildiğinin izini sürer Maalouf.

Bu yazıda ise kimliğin ‘ölümcül’ hale gelmesinin ‘kişisel/egosal’ sorunları üzerinde kafa yormak düşüncesindeyim. Çünkü bir arada yaşamak konusunda ‘kimliksel’ gibi görünen bazı sorunların kaynağında; bu kişilik sorunlarının olduğunu ortaya koyan birçok deneyim yaşıyoruz son zamanlarda.

Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından itibaren tüm aidiyetler, kimlikler yok edilerek; Türk kimliğine indirgendi bilindiği üzere. Devlet kurguladığı bu zoraki üst kimliği baskı ve zulümlerle pekiştirmek istedi. Bu zorlamanın yanı sıra, çoğul kimliklerin teke indirgenmesi de sorunun yıkıcılığını artırdı şüphesiz. Demokratik uluslarda kimlik ve çoğul kimlikler uzlaşma sebebiyken bizim için yıllarca çatışma ve sorun kaynağı olarak görüldü. Tek kimliğe indirgenerek hapsedildiğimiz eksiklik ve yalnızlık labirentlerinden çıkış yolu; çoğul kimliklerimizi hatırlamaktan geçiyor. Bunu yapabilen yani dayatılan tek kimliğe karşı; diğer kimliklerini hatırlayarak ve başkalarının kimliğine saygı duyarak karşı çıkabilenlerin sayısı artıyor gittikçe. Bir arada olamaz gibi görünen birçok aidiyet; hem birlikte yaşamanın hem de birlikte siyasetten kültüre kadar birçok alanda üretim yapmanın gücünü hissediyor. Önyargılar azalıyor, birbirinin yüzüne kapatılan kapılar aralanıyor, toplumsal barış alanı genişliyor. Kimlik ‘ölümcül’ olmaktan çıkıp, ‘yaşayan’ hale geliyor bir bakıma. Zaten kimliği ölümcül kılan kendisi değil; ona yüklenen kişisel durumlar, patolojiler. Kimlik ve kişilik genelde eş anlamlı olarak kullanılsa da birbirinden farklı durumlara tekabül ediyor. Kimlik dışa karşı yansıtılan toplumsal bir durum; kişilik ise, iç dünya ile ilgilidir. Kimlik içinde bulunulan sosyal durumlara göre değişkenlik gösterebilirken kişilik, psikolojik bir haldir ve kolay değişmez.

Anlatmaya çalıştığım, bazı insanların toplumsal hassasiyet ve yaşanmışlıkla tabir ettiği durumların bir kısmının kişisel sorunlarından, patolojilerinden kaynaklandığı. Bu aslında normal bir durum, psikiyatri alanında çalışmalar yapan uzmanlar, kimlik gelişimiyle ilgili olumsuzlukların ‘kendilik’ durumuyla ilgili hızlı gelgitlere veya patolojik durumlara sebebiyet verdiğini ortaya koyuyor. Bunu açmaz hale getiren ise kendi kişisel, patolojik sorunlarını kimlik politikaları üzerinden çözmeye çalışan kişiliklerin oluşu; ve bunlar ne yazık ki sorunların çözümünü kangrenleştiriyor.

Biraz örneklemek gerekirse; Kürt meselesinin AK Parti tarafından çözülmesine temelden karşı çıkan sosyalistlerin halleri buna güzel bir örnek teşkil ediyor. Yıllardır dillerinden düşürmedikleri barış ve çözüm kelimelerini şimdilerde ‘ama’lara, ‘iklim durumlarına’, ‘böyle barış olmazlara’ evirmiş durumdalar. Kürtler bütün yaşananlara ve müzakere ortamındaki eksikliklere rağmen barış için umutlarını yeşertmeye, süreci olgunlaştırmaya çalışırken; onlar için hareket ettiklerini söyleyenler her zamanki gibi daha iyi bildiklerinden! Açlık grevleri başta olmak üzere birçok kriz zamanında bu tavırlara aşinalığımız var… Süreç baltalansın diye neredeyse dua ediyorlar. Sadece sosyalistler değil, kuşkusuz AK Parti karşıtlığından malul olanlar. Kürtlerle dirsek temasında olan birçok çevrede de aynı rahatsızlığın emareleri var; ve ülkenin yeniden gerginlik ortamına dönüşmesi için ellerinden ve dillerinden geleni esirgemiyorlar. Vahap Coşkun bu durumu Taraf’taki köşesinde; “Elbette Hubbu Ali’den değil” (18 Ocak 2013) başlıklı yazısıyla şöyle yorumluyordu: “PKK ve BDP, hamasi nutuklarla kendilerine sürekli gaz veren ve ‘barış olacaksa bile bu AKP ile olmasın’ ruh hâlindeki bu kesimlerden yakasını sıyırdıkça, barış ihtimali de o ölçüde yakınlaşacak.” Bu örnekleri çoğaltmak mümkün; özellikle sivil siyaset çalışmalarında; sosyal medyada bu durumlara çok rastlıyoruz. Başkalarını demokrat, hoşgörülü olmamakla suçlayanların kendi durumlarını göz ardı etmelerini, misal oturum başkanı oldukları bir toplantıyı ‘ben böyle istiyorum’ şeklinde özetlenecek  tepeden inmeci biçimde yönetme çabaları… Söz konuşmaya gelince her şeyi bilenlerin, konu uygulamaya gelince eleştirdiklerinden bile daha tahakküm edici olabilmesi. Kendi aidiyetiyle, kimliğiyle ilgili konularda eleştirisel bakamama, ‘kol kırılsın yen içinde kalsın’ duruşu… Bir toplulukta, toplantıda konuşulan konu ne olursa olsun; kendi öncelediği konuyu konuşma ısrarı.

Aslında konuşma, anlatma çabasından çok öfke kusma olarak açıklanabilecek durumlar yani. Hak savunuculuğunun kişisel veya durumsal olması. Öfke ve hesap görmek üzerinden yaşanan siyasî savruluşlar… Kraldan çok kralcı olabilme, kısacası kimliksel/toplumsal görünse de aslında kişisel/bencil sorunlar. Bütün bu durumlara baktığınızda içlerindeki mutsuzluk ve öfkeleri artık yüzlerine vurmuş kişileri göreceksiniz; ve onların kimliklerle, özgürlüklerle ilgili tutumları. Bunun bütün topluma sirayet etmesi için çabalamaktan başka bir şey değil yaptıkları…

Çoğul kimliklerinizi hatırlamak, tek kimliğe indirgenmekle girdiğimiz darboğazı aşma konusunda nasıl bir çıkış yoluysa; bütün bu ‘giydirilmiş’ kimliklerin altında hepimizin ortak kimliği olan ‘insan’ kimliğimizi hatırlamak da başka bir çıkış kapısı. Bunun için önce tek kimliği dayatan devlet, iktidar gibi aygıtların gerçek bir demokratik dönüşümü ne kadar öncelikliyse, patolojik durumlarıyla çözümü değil, sorunu önceleyen kişilerin varlığını görmek ve onların kendilik muhasebelerini ve tedavilerini sağlıklı bir şekilde yapmasına vesile olmak da bir o kadar önemli.

Site Footer