Televizyon dünyasında dizilerden sonra uyarlamada en başarılı olduğumuz yapım türleri hepinizin bildiği üzere, reality şovlar. Televizyon kanallarının büyük çoğunluğunun neredeyse gün boyu sıklıkla yer verdiği bu yapımlar; yayıncılık dünyasında “senaryosu olmayan gerçek yaşamdan kaydedilmiş dramatik ve mizahi durumları ekrana yansıtan ve karakter olarak profesyonel aktörler yerine gerçek kişileri kullanan bir televizyon programı” olarak adlandırılıyor.
Ancak bu tanıma baktığımızda bizdeki reality şovlarda kurgunun ve karakterlerin ‘gerçek’ olmadığını algılayacak birçok örnekle karşı karşıyayız.
Hayatlarını bu şovların stüdyoları arasında geçiren insanlar var artık. Bu, hayatı ‘görünmek’ üzere kurmuş veya kurdurulmuş şahsiyetler, yemek yarışmasında umduğunu bulamayan, ses yarışmasına, oradan yetenek yarışmasına, bir şey çıkmayınca tropikal bir adaya; orada da başarılı olamayınca kendisi gibi biriyle bir aile kurup son günlerin en takip edilir görünen yarışması ‘Ben Bilmem Eşim Bilir’e katılabiliyor. Jean M. Twenge’nin tabiriyle ‘narsisizm illeti’ne tutulan insanlar… Twenge, W. Keith Campbell ile birlikte yazdığı Narsisizm İlleti kitabında narsisizmin modern toplumlarda obezite kadar yaygın bir şekilde arttığına dikkat çekiyor. İnsan ruhunun fast food’u olarak da tanımlanan narsisizmin bu kadar artmasının sebepleri arasında, internet dünyasının sağladığı ‘ego parlatıcı sanal şöhretler’ ile televizyonlardaki reality şovları saymak mümkün. Ama daha gerilerinde ‘çocuk merkezli’ aile yapısı ve bebeklikten itibaren çocuklarını gereğinden daha fazla ‘otorite’leştiren modern ebeveynlik gibi durumlar da var.
“Biri Bizi Gözetliyor” günlerinden bu yana bu kişilerin büyük çoğunluğunun gerçek olmadığı, cast şirketlerinden seçildiği hep konuşulan bir konu. Ama bu programları takip edenler; sıradan insanların da, eş seçiminden ev yenilemeye, zayıflamaya, araba için binbir kılığa ve hale girmesi istenen aile yarışmalarında boy gösterdiğini Televizyon dünyasında dizilerden sonra uyarlamada en başarılı olduğumuz yapım türleri hepinizin bildiği üzere, reality şovlar. Televizyon kanallarının büyük çoğunluğunun neredeyse gün boyu sıklıkla yer verdiği bu yapımlar; yayıncılık dünyasında “senaryosu olmayan gerçek yaşamdan kaydedilmiş dramatik ve mizahi durumları ekrana yansıtan ve karakter olarak profesyonel aktörler yerine gerçek kişileri kullanan bir televizyon programı” olarak adlandırılıyor.
Ancak bu tanıma baktığımızda bizdeki reality şovlarda kurgunun ve karakterlerin ‘gerçek’ olmadığını algılayacak birçok örnekle karşı karşıyayız.
Hayatlarını bu şovların stüdyoları arasında geçiren insanlar var artık. Bu, hayatı ‘görünmek’ üzere kurmuş veya kurdurulmuş şahsiyetler, yemek yarışmasında umduğunu bulamayan, ses yarışmasına, oradan yetenek yarışmasına, bir şey çıkmayınca tropikal bir adaya; orada da başarılı olamayınca kendisi gibi biriyle bir aile kurup son günlerin en takip edilir görünen yarışması ‘Ben Bilmem Eşim Bilir’e katılabiliyor. Jean M. Twenge’nin tabiriyle ‘narsisizm illeti’ne tutulan insanlar… Twenge, W. Keith Campbell ile birlikte yazdığı Narsisizm İlleti kitabında narsisizmin modern toplumlarda obezite kadar yaygın bir şekilde arttığına dikkat çekiyor. İnsan ruhunun fast food’u olarak da tanımlanan narsisizmin bu kadar artmasının sebepleri arasında, internet dünyasının sağladığı ‘ego parlatıcı sanal şöhretler’ ile televizyonlardaki reality şovları saymak mümkün. Ama daha gerilerinde ‘çocuk merkezli’ aile yapısı ve bebeklikten itibaren çocuklarını gereğinden daha fazla ‘otorite’leştiren modern ebeveynlik gibi durumlar da var.
“Biri Bizi Gözetliyor” günlerinden bu yana bu kişilerin büyük çoğunluğunun gerçek olmadığı, cast şirketlerinden seçildiği hep konuşulan bir konu. Ama bu programları takip edenler; sıradan insanların da, eş seçiminden ev yenilemeye, zayıflamaya, araba için binbir kılığa ve hale girmesi istenen aile yarışmalarında boy gösterdiğini içeriklerinden sonra artık bizim de ‘evlilik, modası geçmiş bir kurumdur’ dememize ramak kalabilir.”
ASIL HEDEF DEĞERLER
Bu tip yarışmalarda unutulmaması gereken, programların büyük çoğunluğunun canlı olarak yayınlanmıyor oluşu. Önceden edit edilme şansı olmasına rağmen, hiç makaslanmadan yayınlanması, “ilgi çeken” bölümler üzerinden sosyal medyada pazarlama yapmaya çalışması, reyting yarışındaki sınır tanımazlığı iyice hissettiriyor. RTÜK’ün bu tür yapımların doğasına ve içeriğine değil bazı bölümlerdeki sembollere takılarak getirdiği cezalar ise caydırıcılıktan çok ilgiyi artırma şeklinde tezahür edebiliyor. Ama televizyonların bütün bu çabalarını sadece reyting üzerinden değerlendirmek eksik olur diye düşünüyorum. Çocukların yarıştırıldığı ses yarışmalarından tüm yetenek yarışmalarına, evlilik programlarından ailelerin katıldığı konseptlere kadar bu şov dünyası; bütün dünyada olduğu gibi bizde de yeni bir toplum modeli kurgulamaya çalışıyor. Aile, çeşitlilik, kültür, etik, sanat, din gibi hiçbir değerin olmadığı; güç, iktidar, kazanma, zevk ve hırs üzerine kurulu bir dünya.
Bu yeni dünyanın nasıl bir ‘kaos’ olduğunu İngiliz yapımı olan üç bölümlük “Black Mirror” dizisinde görmek mümkün. Milli Marş, On Beş Milyon Yetenek ve Senin Tüm Geçmişin isimlerini taşıyan üç bölüm de birbirinden bağımsız. Ama hepsinde ortak tema bana göre, insanın dijital dünyayla girdiği ‘kıyamet’… İlk bölümde Twitter başta olmak üzere sosyal medyanın toplumu etkileme ve dönüştürme gücü ‘çok uç bir istekle karşı karşıya kalan İngiliz başbakanı ve toplumu’ üzerinden anlatıyor. Üçüncü bölümde ise; sıradan bir aldatma hikâyesinin kahramanları üzerinden dijital dünyayla kaybolan mahremiyeti vurgulanıyor. Yazının konusuna asıl uyan “15 milyon yetenek” isimli ikinci bölümde ise; yetenek yarışmaları başta olmak üzere bütün bu şovlarda ‘kobay’ olarak kullanılan insanların düştüğü ve bence artık titreyerek kendine gelmesi gerektiği sarsıcı durum çok sert bir şekilde gözler önüne seriliyor. Nedim Hazar’ın deyimiyle: “Şöhretin, medya maymunluğunun insanlığı ne hale getirdiğini kara mizahın en keskin ucuyla retinamıza sokuyor.” Dizide, zaman ve mekân olarak tam bilmediğimiz düzlemde: bütün zamanlarını ekranlarla kuşatılmış bir odada uyumak ve yine kameralarla çevrili spor salonunda pedal çevirmek üzere olan gençleri anlatıyor. Yiyecekleri dahil sanal ama bir o kadar sağlıklı bir hayat sürdüren bu gençler pedal çevirmekle kazandıkları puanlarla jürinin önüne geçip, gerçek nesnelerin olduğu bir hayata sahip olma şansı elde etmek istiyorlar. Asıl sorun tam da burada başlıyor: Ne yaparlarsa yapsınlar jürinin onlara biçtiği hayat; yeni kobaylar için bir sanal idol olmaktan başka şey değil. Jüriyi gördüğünüzde bizdeki şovlarda bulunan “jüri”nin çok “başarılı bir kurgunun devamı” olduğunu daha iyi görmek mümkün. Ama bunu, ‘bir gün o beyaz camda kendisini göreceği anın hayaline odaklanmış’ olarak ekran başında vakit geçiren, kalabalıkların büyük çoğunluğunun fark etmediği sürece bir anlamı yok ne yazık ki!