Hocalı, Nefret Diline Teslim

Belleğimiz, bir tür imgeler arşividir. Tanıklık ettiğimiz olayları, çoğu zaman önce zihnimize kazınan imgeleriyle hatırlarız. Bazen bir renk, bir ses, bir koku, bazen de bir fotoğraf olur bu. Hocalı katliamının belleğimdeki imgesi ise bir fotoğraf. Bütün o felakete zıt düşen, pembe tulumlu bir kız bebek fotoğrafı bu. 

Medyadaki duyarsızlık 

O felaket günlerinde Hocalı’ya ilk giden gazetecilerden İrfan Sapmaz’ın bu fotoğrafı, Hürriyet’te yayımlanmıştı. Katliamdan üç gün sonra ulaştığı Hocalı’da karşılaştığı dehşetin etkisi, Sapmaz’ın notlarında hissediliyordu. Yakınları korkunç bir vahşete kurban gitmiş insanların tanıklığının yakıcılığını ilk duyuranlardan olmuştu böylece. “Bu vahşeti görün, bu feryadı duyun” diyordu ulaştığı her tanık. Yüzlerinde yaşadıkları dehşetin izleri duran her yaştan insan… En çok da kadınlar ve yüzlerindeki acı ifade… İşte o acıya kesmiş yüzlerin içinde, kendisini kurtaran bir askerin kucağında pembe tulumuyla şaşkınca bakan o kız bebek, onca zalimliğin karşısında masumiyetin bir nişanesi gibiydi. O bebeğin akıbetini hep merak ettim. O ve nice akranının kaybettiklerinin acısını paylaşamamanın, öfkeye kestiği hayatlara tekabül ettiğini, bugünkü tanıklıklardan öğreniyoruz ne yazık ki. 

Türk gazetelerinde bile ancak 2-3 gün sonra yer alan katliamı, Batı basını uzun süre görmemişti. O yıllarda özellikle güneydoğuda yaşananlarla, basına yansıyanlar arasındaki derin uçurumun sarsıntılarını yaşayan biri olarak, yok sayılmanın inciticiliğini iyi bildiğimdendi bu ayrıntıya dikkat kesilişim. Dünya ise bu katliamı ancak bir hafta sonra görebildi. Reuters gibi ajanslar, katliam haberlerine ve fotoğraflarına 4 Mart’tan sonra yer verebildi. Dünyanın ünlü gazetelerinin temsilcileri, gittikleri Hocalı’da, olayın üzerinden neredeyse bir hafta geçmesine rağmen, etraftaki cesetlere, kamyonlardaki kafataslarına, vahşice öldürülmüş yakınlarını bulan Azerilerin insanı sarsan çığlıklarına daha fazla dayanamadı. O günlerde 300 kadın ve çocuğun kaçırıldığı ve akibetlerinin henüz bilinmediği yolunda haberler de yer alıyordu. 

Aradan 20 yıl geçmesine rağmen yaşanan vahşetle ilgili belirsizlik ve başta Batı olmak üzere, bütün dünyanın yaşananları gözardı edişi halen sürüyor. Hocalı katliamında bizzat bulunan Ermeni komutanların, bugün Ermenistan’ı yönetenler olduğu belirtiliyor. Dahası, korkunç biçimde hayatını kaybeden 613 insanın yanı sıra, bugün bile akıbeti belli olmayan, kaçırılmış yüzlerce kadın ve çocuk var. En yakınlarının hunharca katledilmesine tanıklık ettikleri yetmiyormuş gibi, topraklarını kaybedip sürgün edilenler, katliamdan kaçarken soğuktan donarak ölenler vardı. Çok uzak değil bu yaşananlar; milliyetçiliğin ve öfkenin, insanı insan olmaktan kolayca çıkarabildiğinin resmi olarak duruyor yanı başımızda. 

Türkiye ’de Hocalı katliamı, bu yıl her zamankinden büyük çapta konuşulmaya başlandı. 26 Şubat’ta Taksim’de büyük bir yürüyüş düzenlenecek. Bu yürüyüşle ilgili billboardlar ve sosyal medya duyuruları yer alıyor. Daha da önemlisi, bu katliamın tanıkları, yaklaşık iki haftadır İstanbul ’da ve yaşadıklarını çeşitli toplantılarda anlatıyor. Hepimizin gecikmiş de olsa bu tanıklığa ortak olmamız gerekirdi. Ancak bu tanıklığın ve anmanın, Hocalı’da yaşamını yitiren masumların anısına gölge düşürecek bir ‘karşıtlık ve öfke’ üzerinden yapılmasını kabullenmek zor. 

Acı yarıştırmak anlamsız 

‘Hocalı için Adalet’ isteyen billboardların, ‘acıyı’ öfke ve karşıtlık üzerinden paylaşmaya çağıran dili, katliama rağmen gazete sayfalarında hayatı simgeleyen o bebeğe haksızlık her şeyden önce. Şöyle bir davet bu: 

“Bugüne kadar hep Ermenilerin soykırıma uğradığı yalanını dinledin. Bu defa gel, Ermenilerin Azerbaycan’da Türk kardeşlerini nasıl katlettiğini gör. Kim soykırımcı kim mağdur anla. 

Bu soykırımdan bizzat kurtulan, kimi vücudunun bir parçasını, kimi çocuğunu, kimi kardeşini, kimi annesi ve babasını orada yitiren soykırım mağdurları Türkiye’ye geliyor. Gel onları dinle, gel onları gör. Belki gördüklerine yüreğin dayanamayacak ama gel ve sen de bu soykırıma tanıklık et.” 

Acıyı başka acılarla yarıştırmak, acıyı öfke ve karşıtlık üzerinden temellendirmek, bir acıyı tek başına anamamak, acıyı paylaşmanın samimiyetini azaltıyor bana göre… 

Hocalı katliamı kendi başına, anmayı ve yüzleşmeyi gerektiren bir acı, bir felaket. Bu konudaki duyarsızlığı, başka duyarlılıkların üzerinden tartışmaya açmak ise hakkaniyetli değil. Hocalı’da katliam yapılmış olması, Anadolu’ya aşkla bağlı olan Hrant Dink’in bu topraklarda sırtından vurularak öldürülmesini haklı çıkarmaz, anlaşılır yapmaz. Bu konudaki duyarsızlıkla ve kitleleri peşinden sürükleyecek bir eylem ve anma hareketi örgütleyememekle yüzleşmek yerine 24 Nisan anmalarına ve Hrant Dink davasına olan ilgiye öfke duymak haksızlık. 

Bu davet dilinde, öfke ve nefrete yenik düşerek ‘haklılığın payını gölgelemek’ gibi ince bir çizgi var. Milliyetçi kesimler acıyı paylaşırken, ötekileştirici ve öfke kusan eylemlerinden vaçgeçmeyi, bütün mazlumlarla birleştirecek, kuşatıcı bir dili bulmak zorunda. Bir acıyı başka bir acının karşıtlığından değil, insani duyarlılık noktasında temellendirmek ve dillendirmek durumundalar. 

Hocalı katliamının anmasını ve diyasporayı Fransa’nın küresel oyunlarına alet etmek ve onu pazarlıkların konusu etmek, en başta katliamı yaşayanlara haksızlık. 20 yıl sonra anlamlı bir organizasyon yapan dernekler, amaçlarının samimiyetini gölgeleyen billboard ve duyurularını, bu yönüyle gözden geçirmeli.

Site Footer