Kürt meselesindeki son durumumuzu en iyi anlatan; 11. ölüm yıldönümü günlerinde olduğumuz Ahmet Kaya’nın ‘Nerden Baksan Tutarsızlık’ şarkısı…
KCK operasyonlarının tam gaz sürdüğü, barış çağrıcılarının ‘savaş ateşine odun taşıdığı’, dert çözmek için vekil seçilenlerin ‘dirilerden çok ölüleri sahiplendiği’ (elinde silah olan ölüleri diye düzeltmek lazım), tarafların kelimelerinin farklı öfkelerinin ise aynı olduğu… Şarkının dizesinde dile geldiği gibi; “Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça.”
Medya da, eli kalem tutanlar da, sesini duyurma şansı bulanlar da sadece bazı Kürtlerin sesini duyuyor. Devletten zulüm gören Kürtler bunlar. Seslerinin tabii ki duyulması gerekiyor, yıllardır hepimiz bu çabanın içindeyiz. Lakin bugün Diyarbakır’da, Hakkâri’de, Şırnak’ta vs. bütün güneydoğu coğrafyasında ne devletin, ne hükümetin ne de örgütün penceresinden bakanların sesini, yasını, derdini duymadığı Kürtler var. Diyarbakır başta olmak üzere güneydoğunun birçok kenti yarı açık cezaevi durumunda, örgütlü olmayan Kürtler için. Hele hasbelkader devlette görevliyse, öğretmense, TEDAŞ görevlisiyse, polisse, bunlardan birinin çocuğuysa… Kürt olmaları yeterli değil, vaktiyle kafatasıyla Türkçülük ölçenlerin olduğu gibi örgütlülüğünün oranıyla makbul Kürt hesaplayanlar var artık. Geceleri kör bir kurşuna, bir molotofa kurban olmamak için ışıklarını açmayanlar, dükkânları yağmalardan, yine molotoflardan kurtarmak için mecburi kepenk kapatan, Nurcu görünmemek için bıyığını kesen Kürtler. Batı’daki barış savaşçılarının romantik devrim düşleriyle başlarını kumdan çıkarmadan ‘sosyolojili, sebepli bol amalı’ kılıflar buldukları örgütün özerkliğinde oluyor bütün bunlar.
Geçenlerde bir hafta sonu kepenk kapatma buyruğunun olduğu günlerden birinde Diyarbakır’da idim. Bazı alışveriş merkezleri hariç, bütün kentte açık bir dükkân bulmak mümkün değildi. İsteyerek kepenk kapatanlar vardır herhalde içlerinde ama büyük çoğunluğu mecburen, mecburiyetten indirmişti. Çünkü açık bırakırsa her an dükkânının yağmalanacağını yahut kundaklanacağını biliyordu, nitekim örnekleri yaşandı da. Esnaf kan ağlıyor hem maddi hem manevi olarak… Kepenk kapatmanın ekonomik maliyeti büyük, manevi maliyeti daha büyük. İlk kepenk kapatan mağazaların başında BİM geliyor. Bölgedeki BİM mağazalarının çoğu dikenli tellerle, kalın kalın demir korkuluklar altında; çünkü örgüt hedef büyütmüş. İnsanlardan sonra mağazalar da hedef tahtasında.
Ama bütün bunların, bazılarının gündeminde hiç yeri yok. Solcu romantiklerin, barış savaşçılarının indinde Kürt olmak değil örgütlü, silahlı Kürt olmak evla. Militaristliğin örgütlü olanına tapınıyorlar. Haksız bir tutuklamaya ‘artık fiili eylem vakti’ tepkisi gösterirken, çocuk, kadın ölümlerini ‘TAK diye bir örgüt üstleniyor, ama terör örgütü diyemeyiz’ diyecek kadar pusulası güç tapınmacılığı olanlardan söz ediyorum. Genç kızların, minik bebeklerin, kadınların ölümlerine bile ses çıkarmazken; ötekileştirilen Kürtlerin sorunlarını mı önemseyecekler? KCK tutuklamalarını ‘akıl tutulması’, ‘vicdan körlüğü’ olarak nitelerken aynadaki suretlerini anlattıklarını göremiyorlar. Orhan Miroğlu’nun haklı olarak ‘edepsizlikle’ tarif ettiği bir ruh hali içindeler. “Kimse kusura bakmasın bu büyük bir edepsizliktir. Mağduriyetse, ben mağdur olmuş bir Kürt’üm. Ölümden kurtuldum. Diyarbakır Cezaevi’nde ölebilirdim, ölmedim. Musa Anter öldürüldüğü zaman yanındaydım, 4 kurşun yarasıyla kurtuldum, yine ölmedim. Şimdi korumayla geziyorum! Yani mağduriyetse bu ve ben bu mağduriyete rağmen Kürtler savaşmakta haklılar demiyorum, eğer ben demiyorsam, Türk aydının da demeye hakkı yok!”
Herkes sadece kendi penceresinden bakıyor, görüyor ve gördürmeye çalışıyorken; güneydoğunun arka sokaklarında Kürtler önce kendilerine, sonra artık kendilerinden görmediklerine zulmediyor. Zamanın ve mekânın iç içe geçtiği o kadim kentten dönerken bana kalansa, vaktiyle kendilerine zindan eden zihniyetle aynı kulvarı paylaşan, bugün kendi içinden ötekileştirdiklerinin ‘zalimi’ olan insanıma tanıklık etmenin dayanılmaz ağırlığı oluyor.