Nurcan, Kevser, Zeynep, Nergiz, çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği ‘şehir’de o yıllarda asla hayal edemeyeceğim ‘kız kıza gidilen arkadaşa veda yemeği’ dönüşü ne yazık ki çokça aşina olduğum bir şekilde ölüme gittiler. Gözlerini, gönüllerini öfke ve kan bürümüş belki kendi yaşıtlarının, roketatarlı bombalarıyla… İsimlerini ilk kez duyuyorum ama aileleri en fazla iki kuşak sonra benimkiyle kesişiyor; bu topraklarda hayat da ölüm de o kadar iç içe, o denli yakın… Yaşıtları olan kız kardeşim, onlardan az önce geçmişti o yoldan, bir diğeri Diyarbakır’daki saldırıdan yine an farkıyla kurtulmuştu geçen gün…
Nerden başlasam yazıya bilemedim. Ayda yılda bir kere o da ancak hastalanınca gidebildiğimiz Siirt’te; kocaman bir kuru pastayla (sonradan isminin limonata olduğunu öğrendiğim) buz gibi sarı içeceği babamla karşılıklı yudumladığım pastanede, hayatın her alanına nüfuz eden erkeklerle aynı kulvarda olmanın küçük bir kıza hissettirdiği ‘eşitlik/güç’ duygusundan mı? Vaktiyle kız çocuklarının okula bile gönderilmediği bir şehirde; okuyan, kendi ayakları üzerinde durabilen arkadaşlarıyla arabaya doluşarak ‘veda yemeğine’ giden genç kızların varlığının umudundan mı? En önemlisi; sevdiklerimizin, kardeşlerimizin, kızlarımızın, oğullarımızın her an bu acı kaderi paylaşıyor olabileceği hissinin verdiği yürek darlığından mı?
Kucağıma aldığımda griye çalan gözleriyle bana ‘hayat’ı müjdeleyen 4 aylık bebeğimi her emzirişte; kızının kopmuş parçalarını hastane önünde karşılayan ananın ‘kezebb kezebb ‘ciğerim ciğerim’ ağıtını hatırlamanın yakıcılığından, sütümle birlikte akan gözyaşlarımdan mı? (Eylülün sonuna yaklaştığımız bugünlerde başka Ceylan’ından kalan parçaları eteğine toplayan Saliha Ana’yı hatırlamamak mümkün mü? Analara yavrularının ardından ‘ciğerim’ diyerek ağıt yakmak düşüyor bu topraklarda hep ne yazık ki…)
Velhasıl çocukluğum, gençliğim, analığım hepsi; yüreğimden göğsüme dolan bir ‘sızı’’ya dönüşüyor, bugünlerde… “Sızıyı gideren su, suyun sızladığını kimseler bilmez” diyor şair. Herkes bilsin istiyorum aslında bu ‘sızı’yı, ‘sızı’mızı… Her şeyin sustuklarımızda gizli oluşunu…
Star Gazetesi’nin Açık Görüş ekinde geçtiğimiz haftalarda yüreğimde ‘sızı’ya dönüşen savrulmalarımızın yakıcılığını dile getirdiğim yazıyla ilgili gelen maillerde ‘köylerimiz yakılmasaydı bu kadar acı çekmeseydik yine de zalimleşir miydik? diyordu okuyucular. Haklı bir soru elbette. Bu savrulmanın bir hikayesi var.
Haklılar, bu savaşı biz yani Kürtler başlatmadı… Denize düşen yılana sarılır mecburiyetiyle sığındık zalimlerimize, evlat verdik, üstüne basıp gidecekleri omuz olduk. İki zalimden bize en çok benzeyene yanaştık ister istemez, gidecek başka kapımız olmadığı için.
Ancak yakıcı bir hikayesinin olması, ‘haklı’ kılmaz ölüm yağdırmayı, yok etmeyi, yakmayı yıkmayı. Bugünün hikayesi budur… Öldürdüğünde en önce kendin ölüyorsun, ruhun ölüyor, geride kalan et kemik. Manen çürüyen et yığınlarına dönüyoruz giderek…
Bu savaşı biz başlatmadık ama biz bitirmeliyiz. Daha fazla yok etmemek ve olmamak için. Görmemiz gereken bu. Cellatlarımızın; kızlarımızı, oğullarımızı bizden alanların, her gün başka analara ‘kezep’ acısı yaşatanların ‘barışmak, kanın durması’ gibi bir derdinin olmadığını, büyük hesapların büyük tuzakların maşası olduğunu artık görerek.
Önce çocuklarımızın sonra hepimizin varlığı üzerine inşa ettikleri ‘çadır medeniyetleri’nin derdinde onlar. Kirli hesaplarla, tehditlerle koskoca bir coğrafya üzerindeki sürdürdükleri tahakkümü yürütmenin derdindeler…
Korkudan, çaresizlikten kapılandığımız bu yoldan dönerek; dağlara emir eri olarak giden ve her gün ölerek ve öldürerek yaşadığını sanan çocuklarımızın önüne set çekerek, bu savaşı durdurabiliriz. Kızlarımızın cenazelerinde ağıtlar yakan analarımızı ‘kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışıyla susturmaktan vazgeçerek. ‘Taziye evlerini’nin törenselliğinden kurtulup; kadim günlerimizdeki ‘birlikte’ yas tutmanın insaniliğine sığınarak…
Bu savaşın maddi manevi en büyük zararını biz yaşadık ve yaşıyoruz çünkü. Ölümle gelecek bir ‘düş’le avunuyor bu aralar bazılarımız… Anlamamız gereken ölümlerle gelecek o adına ister demokratik özerklik ister başka bir şey denilen yerde; bize yine ölümden, şiddetten, güç tapınıcılığından başka bir şey yok. O özerklikte bizi bekleyen, kuzuyu yemeyi kafasına koymuş çadır derebeylerinin canları istediğinde ‘boykot ve tahakkümleri. Kiralayacağımız eve, yürüyeceğimiz yola vereceğimiz Allah selamına bile ipotek koyan bir irade var o yolun sonunda. Yıllardır eli kanlı bir örgütten özgürlük veya yeşiller hareketi devşirmeye çalışanlar bile nihayet gördüler bu yolun sonunu.
Sigara molasındaki masumları, veda yemeğinden dönüşteki kızlarımızı gözünü bile kırpmadan pazarlıklarının kefesine kurban edenleri görelim artık.
Serhildanı, inisiyatifi, boykotu, canımıza TAK ettiniz; silahınızla gelecek ‘yarını’ istemiyoruz diyelim hep birlikte.
Bunun vebali elbet büyük olacak. İlk günlerdeki gibi ölüm yağdıracak köylerimize, evlerimize. Ama bu kez devlet aynı devlet asker aynı asker değil. Yılana sarılmamız gerekmiyor. Köylerimiz iki ateş altında kalmayacak. PKK’nın savaş baronlarına düşen yalnızlık olacak. Denemekten göreceğimiz zarar, şu an yaşadığımızdan daha acı olamaz.
Edi bese PKK. Min nekuje… Zaroke min nekuje. Zaroken keseke nekuje.
(Artık yeter PKK… Beni öldürme, Çocuklarımı öldürme, kimsenin çocuğunu öldürme)
En önemlisi: Ser nave min nekuje… (Benim adıma öldürme)