Dünün Mazlumluğundan Bugünün Zalimliğine…

Bir bayram sabahıydı… Yaşıtlarım her bayram olduğu gibi yine mahalledeki evleri teker teker dolaşarak, şeker topluyordu… Gittikleri her kapının önünden neşeli sesleri ve tekerlemeleri yankılanıyordu: “İda we piroz be, sekere we sirin be (Bayramınız kutlu, şekeriniz tatlı olsun) “Ne bayram ne şekerler hiçbiri gözümde değildi o sabah… Tavuğum Kupe (Kuluçkalık) yerinden kalkamayacak kadar hastaydı. Neredeyse benimle yaşıttı tavuğum. Mahalledeki tüm tavuk ve horozların atası sayılırdı; o yüzden Kupe demiştik adına. Aynı zamanda kilosundan dolayı yan yan yürümesi sebebiyle de ismi Kupe (sakat) idi. Henüz küçük bir civcivken komşumuz hediye etmişti; o günden itibaren evimizin bir ferdi gibi olmuştu. Benimse ayrılmaz parçam. Kuluçkaya yatmadığı ve civcivlerinin olmadığı zamanlarda hep benimle adeta yapışık gibi yaşardı. Öyle ki ancak ben uyuduğumda annem onu kümese, diğer tavukların yanına götürebiliyordu.

Ölmek ve öldürmek iradesi!

Ama ben büyüdükçe Kupe küçülmeye başlamıştı. Önce tüyleri dökülmüş, sonra iyice zayıflamaya başlamıştı. Yaklaşık 15 gündür de yerinden kalkamayacak durumdaydı. Babam ısrarla onu ‘kesmemiz’ gerektiğini böylece canının yanmasından kurtulacağını söylüyordu. Ama hiçbir şekilde ikna olmuyordum. Kesilerek nasıl kurtulacaktı acılarından? Uzun uzun anlatıyordu babam. Tavukların bu kadar uzun yaşamasının bile mucize olduğunu, bir iki gün sonra onun kendi kendine öleceğini, ama bu arada zaten çok acı çektiğini… Babam haklıydı; Kupe gün geçtikçe iyice kötüleşmeye başlamıştı. Olduğu yerde çırpınıyor, gagasından ses bile çıkmıyordu. Gözleri tamamen kapanmaya başlamıştı; zorla ayağa kaldırıp yürütmeye çalışıyordum ama nafile. Son iki günü ise neredeyse hep kucağımda geçirmişti. Göğsünün morarmaya başladığını da görüyordum.

Bayrama böyle girmiştik. Babam artık iyice sert bir şekilde ‘acısını dindirmek için’ Kupe’yi keseceğini söylemişti. Kucağımda kıvranan Kupe’yle öylece yığılmıştım evin avlusuna… Mecburen kabul ettim; babam Kupe’yi alıp en yakın komşumuzun evine gitti. Kupe evden bir parça olduğu için kendisinin kesemediğini düşünmüştüm. O bayram bir yandan çocuklar şeker topladı bir yandan ben ve babam yanımızda Kupe’yle mahalleyi turladık. O gün için ömrümün en acı yolculuğuydu…

Hiçbir evde Kupe’yi kesecek bir babayiğit bulamadık. Delikanlısı, yaşlısı ‘ben kesemem’ diye bizi boş çeviriyordu. Kupe çırpındıkça çırpınıyordu. En sonunda babam mahalleliden umudunu kesti ve Kupe’yi aldığı gibi kasabın yolunu tuttu. Döndüğünde ‘artık rahat bir şekilde uyuyacak’ diyerek beni teselli etmeye çalıştı.

Üstünden uzun zaman geçti, sonra fark ettim ki; komşu ağabeyler, amcalar, dayılar, Kupe’yi mahallenin ayrılmaz bir parçası olarak gördükleri için kesmeye kıyamıyor değildi. Tavuk horoz, hindi ne zaman bir hayvan kesilmesi gerektiğinde herkes diğerine havale ediyor. Ama kimse bu işi yapmaya yürek gösteremeyince mecbur kasabın yolu tutuluyordu. Velhasıl; en sinirlisi, en hırçını, en sertinin bile; kesim zamanı gelmiş bir tavuğu kesmeye kıyamadığı erkeklerden oluşan bir toplum anlattığım. Bu durumu zaman zaman kendi içlerinde ti’ye aldıkları da oluyordu erkeklerin. Birbirlerine ‘bir tavuğu kesemiyorsun’ diye takıldıklarını hatırlarım.

Acılarla girdiğimiz ve öyle bitirdiğimiz bir bayramın ardından bu hikayeyi niye mi anlatıyorum? Çocukluğumun bayramlarından şimdiki bayramlar arasında yaşanan savrulmanın keskinliğini gösterebilmek için. Tavuk kesmeye kıyamayanlardan; halı sahada top oynayanları uzun namlulu silahlarla taramayı kendine ‘hak’ görebilecek uzun ve sarsıcı bir savrulma… Yıllardır çatışma görmeyen üstlerini sorgulama iradesi göstermeyi aklının ucundan bile geçirmeyip; ölerek ve öldürerek halkın iradesine talip olma hali… Halı saha maçına kurşun yağdırmaya; masa başında ‘devrimci mücadele ruhu’ mersiyeleri düzmeyi habercilik olarak göstermek arsızlığı… Çatışma bölgesinde eşlerinin seyirciliğinde ‘halı saha maçı yapacak kadar naif ve korumasız’ polislere ölüm yağdırmayı ‘faşist, anti insani’ tabirleriyle vahşeti mazur gösterme, kılıf  uydurma pervasızlığı… Kısacası doğruyla yanlışın çoktan yitirildiği bir öfke ve kayboluş hali…

Ulus bilincine feda edilenler

Ölüm, yaşadığımız topraklara ‘zalime dur deme’ iddiasıyla ortaya çıkanların elinden geldiği ilk günden itibaren bu savrulmayı ve kopuşu düşünüyorum. Acı, baskı zulüm, yokluk elbet vardı. En önemlisi eve kapatılmıştı annelerimizin ninnileri, kelimeleri. Evin dışına çıkınca; ‘başına bir iş gelme’ sebebi olabiliyordu çünkü. Ama hiçbiri bugün yaşadığımız öfke ve intikam halinden daha yıpratıcı değildi bana göre. Acımızı, başkalarına acılar yaşatarak dindirme gayretinde değildik en azından. Zulmün sistematiğe dönüşmesi, neredeyse her eve değen faili meçhuller, şiddetten öte çare kalmayışı  kısacası her gün tartışılan eski defterler başka yazıların konusu. Munzur’un deli sularının kenarındaki o halı sahada yitirdiğimiz insaniyetimizi daha çok kirlenmeden sorgulayabilmenin derdinde bu yazı…

Yukarıda anlattığım hatıra; bayrama ‘id’ demekten imtina etmediğimiz; yakın coğrafyanın kelimeleriyle harmanlanmış bir dilimizin olduğu vakitlerdeydi. Şimdi yeni kelimelerimiz var. Ölerek ve öldürerek kazanılan! Çözüm, irade, özerklik, önderlik, ulus, devrimci halk, kapsayıcı eylem, serhildan, mücadele her biri diğerinden daha siyasi nice kelime. O çokça kızdığı zalime benzeyiş yolunda kanla kazanılan yeni kelimeler…

Kazanım olarak görülse de içten içe bir yitirme ve kirlenme hali… Varlığını akan kanın kazanımı olarak görmek savrulmanın en büyük tezahürü değil midir?

Bekir Berat Özipek’in Açık Görüş’te geçtiğimiz haftalarda yer alan “Bahsedilmiş kimliğin bitmeyen diyeti” başlıklı önemli yazısında irdelemeye çalıştığı gibi; bu savrulmayla gelen ‘ulus bilinci’ yitip giden insani değerlerimizden, o bütün dünyayı sığdırabilecek genişlikteki gönüllerimizin öfkeyle kirlenmemesinden daha önemli midir? Biz Kürtlerin hak mücadelesi yürütürken; zalimlerimizden daha zalim olmaktan kurtulabilmesinin yolu bu soruya ‘siyasi’ değil ‘insani’ cevaplar verebilmekte yatıyor bana göre…

Site Footer