Ceylan’ın, o geriye 7 yaşındaki fotoğrafı kalan 14 yaşındaki kız çocuğunun dört tarafı karakollarla çevrili dağda, katledişinin üzerinden tam 40 gün geçti. Ağabeyinin ve annesinin bir patlama sesinin ardından, Ceylan’dan ancak parçalar buldukları o acı günün üzerinden tam 40 gün geçti. Olay yerine gelmeyen savcının, kızının parçalarını eteğinde taşiyan anneyi azarladığı, aileye hakaretler ettiği, ‘güneş hala nasıl doğuyor, bu zulme arş nasıl dayanıyor” dedirten o günün üzerinden 40 gün geçti. Ve ne yazık ki savcının açığa alınıp, soruşturma başlatılması dışında hiçbir gelişme yok.
Yazı aratmayan bir sonbahar günü, öğle vakti Bingöl’ün Genç ilçesine bağlı Yayla köyüne vardığımızda, hiçbir gelişme yaşanmayan bu 40 günün utancının sessizliği vardı üzerimizde. Biri anne karnında diğeri 6 aylık iki bebek ve 3 yetişkin olan bizleri, köyün girişinde önce çocuklar karşıladı. Bazı çocukların üzerinde gelinlikler var. Köyde aynı zamanda bir düğün olduğunu öğreniyoruz. Düğün sahipleri sessiz sedasız, şenliksiz… Yas sahipleri ise, düğünü gölgelememek için, Ceylan’ın katledildiği yere yakın olan köyde düzenlemiş kırk okumasını… O artık görmediğimiz birbirinin alanına, sevincine, üzüntüsüne saygı hali…
Çocuklar eşliğinde Rıfat’ın evine gidiyoruz. Rıfat, Ceylan’ın ağabeyi… O’nun cesedini ilk gören. Görür görmez annesi o hali görmesin diye üzerindeki elbiselerle kardeşinin parçalarını örten ağabey… Evin hemen girişine alışılmış bir çabuklukla iskemleler taşinıyor. Bir iskemleye çöküp, acının artık iyice yer ettiği gözlere bakınca, o öğle güneşinde bütün kelimeler yok oluyor sanki. Ne Kürtçe ne Türkçe hiç bir sözcük anlamlı gelmiyor. Güç bela bir “seri we xweş be” cümlesi dökülüyor dudaklarımdan. Gözler kucağımdaki Hüseyin’de buluşuyor. Bebeklerin masumiyeti dağıtıyor biraz hüznü, kendi evinde, annesinin kucağında gibi teker teker dolanıyor kucakları…
Rıfat bütün hayatı boyunca unutamayacağı o günü anlatıyor. Kardeşinin parçalanmış cesedini görünce, arkasındaki annesinin o halde görmemesi için elbiselerini teker teker çıkarıp parçaların üzerini örttüğünü… Annesini parçalara dokunmaması için uyardığını… Olay yeri, otopsi, soruşturma bütün yapılması gerekenlere aşina. Karlı bir kış gününde yalın ayak köylerini boşaltmaları istenip, evleri ateşe verildiğinde 10 yaşındaymış. Ve şimdiye kadar gördüğü ilk ceset kardeşininki değil.
Ama onca aramalarına rağmen olay yerine ne jandarma gelmiş, ne savcı… Kardeşinin parça parça edilmesi bir yana, olay yerine gelmeyen savcıdan bir de hakaret işitmek yakmış canını. Ceylan’ın elindeki dehreyi gösteriyor bize… Savcılığın delil raflarında olması gerekirken, incelenmeden aileye geri verilen dehre…
Rıfat’ın üzüntüden ve öfkeden titreyen sesinin karşısında daha fazla duramadığım için namaz bahanesiyle eve giriyorum. Büyük çoğunluğu Ceylan’ın amca kızları olan köyün genç kızları toplanıyor etrafıma. Söz yine Ceylan’a dayanıyor. Ceylan’ın nasıl çalışkan olduğunu, nasıl namazlarını kaçırmadığını anlatıyorlar. Sonra ceplerinden çıkardıkları tabakalardan usul usul sarıyorlar sigaralarını. “Ceylan da içer miydi?” diyorum. “Yok” diyorlar “ama yaşasaydı kesin başlardı, çünkü bütün genç kızlar sigara içer neredeyse buralarda.” 15-16 yaşinda sandığım kızların en küçükleri 22 yaşındaymış. Köyün havasından mı bilmiyorum hiç kimsenin yaşını tutturamıyorum. Yaşları büyük, yüzleri küçük, ama gönülleri ve ruhları yorgun bu köydeki insanların… En çok da Rıfat da anlıyorum bunu. 2 çocuk babası Rıfat ve 26 yaşında. Oysa 18 yaşında gibi duruyor. Eşi bir ay sonra üçüncü çocuklarını doğuracak ve kız olursa Ceylan koyacaklar adını.
Buluşan Kadınlar adına Başbakan’a hitaben yazdığımız mektubu ve imzaları kendisine teslim ediyoruz. Ve en azından ölümünün 40. gününde bir fatiha okumak üzere Ceylan’ı mezarını ziyaret, Saliha anneye ‘acın acımızdır’ demek istediğimizi…“Hoş geldiniz” diyerek etrafımızı saran akrabaları gibi “Allah hayrınızı kabul etsin” diyor. Annesi ve babasının diğer köylerinde olduğunu öğreniyoruz. Köye giden kısa yolun çay taşması sonucu kapalı olduğunu söylüyorlar. Daha uzun bir yol var, bir kısmının da yaya olarak gidilmesi gerekiyormuş. “Gitmeniz zor bu kadarı kafi, annesi gelmiş kabul eder” diyor amcaları. “Biz de ailesiyiz. Anne ve babasının yerine kabul ediyoruz taziyenizi…” diye ekliyor. “Hiç kimse anne gibi olmaz” diyorum. Onca yolu gelmişken gerekirse yürüyerek de olsa Saliha anneyi görmekte ısrarcı olduğumuzu söylüyoruz. Sağ olsun şoförümüz de “benden bu kadar demiyor” ve tekrar yola koyuluyoruz.
Önce mezarını ziyaret ediyoruz Ceylan’ın. Ruhuna fatihalar okuduğu dedesinin mezarının yanı başinda, yatıyor Ceylan… Mezarının başinda Zeynep Tanbay ve 7 arkadaşının bıraktığı tahta parçası var. “Ceylane me dile me perçe perçe” yazıyor üstünde.
Yaklaşık 2 saat süren bir yolculuk bu, meşeli dağlarda. Yol boyunca küçük köyler görüyoruz. Abdussamed Amca, bu köylerin büyük çoğunluğunun 1993 yılında yakıldığını anlatıyor. O karlı günlerde yaşadıklarını, köylülerin çektiği sıkıntıları, acıları anlatıyor. Sözlerini “Allah barış getirse” temennisiyle tamamlıyor. Yeni bir köy görene kadar. Kulağım Abdussamed Amca da gözlerim, çocukluğumun geçtiği dağlara çok benzeyen tepelerde. Yol kenarlarında çiğdemler açmış. biraz güneş görünce, sonlarını düşünmeden atmışlar kendilerini yeryüzüne. Soğuk bir rüzgara veya erken bir kara teslim olacaklarını göz ardı ederek. Tıpkı bu coğrafyanın insanları gibi… Onca zulme, acıya rağmen barış ihtimaline karşi tüm acılarını unutan bu insanlara… Sanki bir canlıdan, bir kurtarıcıdan bahseder gibi “barış gelse” diyen insanlarıma benziyorlar…
Bir çesmenin yanından geçiyoruz. Rıfat geçtiğimiz yıl bir gencin burada tıpkı Ceylan gibi vurulduğunu anlatıyor. Askerler “sırtındaki çuval” sebebiyle terörist sandıkları için ateş ettiklerini kabul etmişler bu ölümde.
Gözü değil yüreği kör, gölgesinden korkan bir avcının kurşunlarına hedef olmak buralarda kader anlayacağınız. Meşe ormanlarında, vadi kenarlarında keçi sürülerinin ardında minik çoban kızlar görüyoruz. “Buralarda hep kızlar mı çobanlik yapar keçilere” diye soruyorum Rıfat’a “evet diyor “ama ceylan sadece o gün gitti keçilerle”. Ceylan’ı çobanlığının ilk gününde, ağabeyine yardım etmek için gittiği ölüm yolculuğunda bulan o kurşunun başka Ceylanlar’ı bulması an meselesi. Ceylan’ı vuran avcılar bulunmazsa, bu ıssız yollarda karşımıza çıkan minik çobanlar aynı akıbeti paylaşacak. İşte bu yüzden, o meşeliklerde ölüm getiren avcı veya nesne her neyse bulunana kadar hepimizin uykusu kaçmalı.
Bir iki kez çamurlu yola saplandıktan sonra nihayet yolun sonuna varıyoruz. Yolun arabayla olan bölümünün sonu bu. Bu bölge Diyarbakır sınırları içerisinde. Bu kez yaya olarak yola koyuluyoruz. Meşe ormanının içinde yokuş aşağı yürüyoruz. Boş mermi çekirdekleri, paslanmış konserve kutuları, toprakla dolmuş mevziler… Tam karşımızdaki tepede ise Tapantepe karakolu. Havanın kararmasına az kaldığı ve anne adayımız Hilal Barın’ın karnındaki bebeğin selameti açısından yolun ortasında buluşacağız Ceylan’ın anne ve babasıyla. Yolun ortası ise Ceylan’ın vurulduğu yer.
İnsanın taş olmak isteyeceği yer. Saliha annenin her gün ‘Ceylanım’ diyerek gözyaşlarıyla suladığı yer. Rıfat ve amcası adeta tatbikat yaparak o günü tekrar anlatıyor. Keçileri önde gelen ceylanın elindeki dehresiyle nasıl nişan alınıp vurulduğunu. Önce mayın ardından bulduğu cisimle oynarken öldüğü yalanlarının söylendiği Ceylan’ı. Aradan geçen 40 güne, ve günlerce yağan yağmura rağmen pembe elbisesinin parçaları var etrafta. Ve orayı görünce daha iyi anlıyorum ki, Ceylan’ın hain bir pusuya kurban gittiğine inanmamak için kör olmak gerek.
Sonra Saliha anne ve eşi geliyor, evli kızları ve damatlarıyla birlikte. Kelimeler yine kifayetsiz… Saliha anne oraların yas geleneği olan boncuksuz bir tülbent örtmüs başına, babanın gözlerine kan oturmuş, ağlayamamaktan. 40 gün önce bu ağaçlıkta kızlarını kaybeden bu insanlar; bizi teselli etmeye çalışıyor. Saliha anne hemen kucak açıyor açlıktan ağlayan Hüseyin’e… Ayranla ıslattığı pilavı yediriyor… Dinginliğine, vakur duruşuna hayran olmamak mümkün değil.
Hava kararmaya başlıyor artık gitme vakti. “Hüseyin büyüyünce de ziyaretimize getirin’ diyor Raif Baba… Ağır ağır tırmanıyoruz yokuşu. Abdussamed amca “dağlara alışık olduğun belli oluyor” diye sesleniyor arkamdan. Çocukluğumun böyle bir dağın eteğinde geçtiğini anlatıyorum; tıpkı Ceylan gibi keçi otlattığımı, meşelerden ‘mazı’ toplayıp sattığımı… “Artık hiç para etmiyor diyor” Raif Baba… Sadece ‘mazı’lar değil ki para etmeyen, hiçbir şeyin tadı yok” diyorum… Uzun uzun susuyor Raif Baba. Kan çanaği gözlerini tepelere çeviriyor.
Bir diyeceğin var mı diye soruyorum Saliha anneye… “Allah bu acıyı bize yaşattı kimseye yaşatmasın” diyor. “Benim Ceylanım öldü başkaları ölmesin…”
Başka Ceylanlarının ölmemesinin yolu, avcılarının yakalanmasında… Küçük bir kızın dehresinden, bir gencin sırtındaki çuvaldan velhasıl gölgesinden bile korkacak duruma gelen avcıların ormanları, tepeleri, sahipleri olan çoban kızlarına ve keçilere bırakmasında… Bu yangın yerinde kulaklarımızı ötekinin acılarına, zulümlerine açmamızda. Kayseri’de kaybolan çocuklarin evini ziyaret eden cumhurbaşkanının bu ücra dağ başında, bu meşe ormanında kızının vurulduğu yerde gözyaşı döken anne ve babayı da ziyaret etmesinde. Olay yerine gelmeyen savcıyı açığa almakla görevini ifa ettiğini sanan adalet bakanının, adaletin tecelli etmesi için elinden geleni yapmasında… Ve bu dağ başında, 14 yaşında parça parça olan küçük kızın “önce dedesine ardından tüm ümmeti Muhammed’e” diyerek okuduğu hatimlerin muhatabı ümmeti Muhammed’in zulme ve zalime yüksek ve güçlü bir sesle dur demesinde…